Milliyet Sanat »Milliyet Kitap » » Tarihin rüyasını gören yazar: İhsan Oktay Anar
Ocak 2014
Tarihin rüyasını gören yazar: İhsan Oktay Anar
İhsan Oktay Anar'ın yeni romanı "Gâliz Kahraman", cuma günü okurları ile buluşuyor. Son romanı "Yedinci Gün"den bir yıl sonra yeni romanını yayımlayan İhsan Oktay Anar'ın romanlarının özelliklerini inceledik.
SEMİH GÜMÜŞ
İhsan Oktay Anar’ın romanlarını okumaya başladıktan sonra, okuma biçimlerimizin sınırlarını gördüm. Yepyeni bir 'yazınsal durum' -evet, durum- çıkınca karşımıza, onu açıklamakta zorlanabiliyoruz. Bunun çözümü önce bütün önyargılardan sıyrılmak, sonra da araştırmak. Yeniyse, yeni olduğunu düşünüp eskilerin yaptığı gibi önce tukaka etmeden anlamaya çalışmak. İhsan Oktay Anar’ın yazdıkları nedir, nasıl anlaşılmalı, nereye konmalı? Buna geçerli ve tamamlayıcı karşılıklar verilebildiğini sanmıyorum. Notos dergisinin İhsan Oktay Anar sayısı (S: 30, Ekim-Kasım 2011), belki bugüne dek yapılmış en kapsamlı değerlendirme toplamıydı ama yeterli değildi.
İhsan Oktay Anar’ın romanları önce dili, sonra anlatım biçimi, sonra dünyası ile değerlendirilmeli (bu üçü birbirinden ayrılmasa da, bu sırayla ele alınmalı bence). Başlangıçta dili anlaşılamamıştı. "Nedir bu dil?" diye sorulmuş, uzun zamandan beri eski sözcüklerin böylesine boca edildiği metinler, üstelik de bir roman biçiminde, okunmamıştı. Edebiyatımızın yeni dil anlayışının baskın olduğu yıllarda böyle bir geriye dönüş belirtisi yadırgatıcı da oldu.
Her zaman önce dili
Oysa öyle değildi elbette. İhsan Oktay Anar eski ya da yeni bir dille yazmak arasında bir seçim yapmamış, kendine özel bir dil oluşturmaya çalışmıştı. "Puslu Kıtalar Atlası", bildiğimiz, yazılagelen edebiyat dilinin dışında, müthiş bir dil tutkusunun yarattığı, özel bir dille yazılmıştı. Evet, İhsan Oktay Anar’da alışmadığımız bir dil tutkusunu ve o tutkunun sonucunu görüyoruz. Tam anlamıyla bilemiyoruz ama ardında sıkı bir çalışma ve ön hazırlık olmadan da oluşamazdı "Puslu Kıtalar Atlası"nın dili.
Bir yaratıcının, verilmiş roman biçimlerinin dışında oluşturmaya çalıştığı romanları yazabilmek ve yaratmaya çalıştığı bütün bütüne tuhaf ve hayali dünyayı anlatmak için aradığı dilin kaynaklarını geçmişin içinden çıkarması anlaşılırdır elbette. Üstelik orada tarihin ve felsefenin birbiriyle çarpılmasından çıkan bir dil de bu.
Bu tür dillere 'yapay dil' de diyoruz - ama hangi dil yapay değil ki. Leylâ Erbil’in bütünüyle kendisinin bulduğu, uydurduğu ve içselleştirdiği noktalama işaretlerine yüklemeye çalıştığı anlamlar da bütünüyle özel ve yapaydı. Yoksa dibine nokta yerine virgül almış ünlem işareti nedir? Yaratıcısı için vardır bir anlamı işte. Yeter ki o anlam nitelikli bir tasarımın ürünü olsun ve tutarlılıkla uygulansın. İhsan Oktay Anar’ın kendi özel dilindeki tutarlılığından kuşku duymamız için sonra gelen kitaplarında da bir neden olmadı.
Gürsel Korat, “Minyatür ve Roman Estetiği” yazısında, İhsan Oktay Anar’ın edebiyatını şöyle tanımlıyor: “İhsan Oktay Anar’ın özgünlüğü, okuru devlerin, cinlerin ve padişahların sınırını çizdiği masal dünyasından çıkarıp birtakım metinler, buluşlar, sözler, rivayetler ve aletler aracılığıyla yeni bir söz dünyasına sokmasıdır.”
Evet, bu söz dünyasının oluşturduğu dil eski metinlerde ya da kutsal kitaplarda da var ama çağdaş bir yazarın yarattığı dil tutarlığı içinde değil. Bu metinlerde dilin kökeni -kendisi- bulunur. Oysa İhsan Oktay Anar, kendi edebiyatı için bilinçli biçimde dili doğal halinden çıkararak -zor kullanarak- bir özel dil yaratmıştır. Onun romanlarının bazıları 17. YY.'da geçer, bazıları 19. YY.'dan günümüze uzanır. Dilleri çok değişmez. Son romanı "Gâlîz Kahraman"da bugüne yaklaşınca ister istemez değişmek zorunda kalan, yüzünü yeniye dönen dili -böyle olması da gerekir-, önceki kitaplarında masalsı dünyaların kurucusu olarak tarihin karanlık köşelerinde yaşamayı sürdürüyordu.
Bu dilin sözcük seçiminin duruma göre tutarlılığı bozduğu da söylenebilir. Oğuz Demiralp bu noktaya değinmişti. İhsan Oktay Anar bir yerde 'isim' derken öbür yerde 'ad', bir yerde 'şehir' derken öbür yerde 'kent' diyebiliyor örnekse. Sözcüklerin bulundukları yere göre sesine ve soluğuna bakıyor aslında -yeni sözcüklere daha az rağbet gösterse de. Bu tutumu tutarlılığı bozuyor mu, bozuyor ama yazarın bilgisi ve denetimi içinde.
Eski sözcüklere rağbetse, daha çok okurdan geliyor. “Okur, bilmediği, anlamadığı Arapça, Farsça dillerinden alınmış sözcükleri okuyunca sanki büyüleniyor, antikacı dükkânına girmiş gibi oluyor,” diyor Oğuz Demiralp. Nedense -benim için anlaşılır değil- okur çoğunluğunun eski sözcüklere ilgisi tam da böyle. Geçmişe -ya da eskiye- ilgi, geçmişin bilgisinden çıkmıyor, yalnızca özlemden geliyor. Bu da bir nostalji. Ne ki nostalji, geçmiş bilgisi olmadan, dolayısıyla geçmişi bugünü anlamak için kullanmadan, ilerletici değil, geriletici olur. Tarih gibi. Bugünü dolayımına almayan tarih, kurmaca bir hikaye gibi durur; bugüne ışık tutmayan nostalji de yosunlu düşünce iğretiliğinde kalır.
Ne anlatır bu romanlar?
Böyleyse, bir çelişki var gibi ve bu çelişkiyi çözmek için İhsan Oktay Anar’ın romanlarıyla okurun ilişkisini nasıl kurmak gerekir? İyi ve doğru anlayarak elbette. İhsan Oktay Anar’ın romanlarını dilinin büyüleyici havasına ve hikayelerinin ilgi çekiciliğine bakarak okumanın yanı sıra, anlatılanların felsefi içeriğini ve bu roman biçiminin niçin özel olduğunu çözmeye çalışarak okumak, okuma biçimiyle onlar arasındaki çelişkinin doğru çözümüne götürür.
İhsan Oktay Anar’ın romanlarında gerçeğin ötesine geçişin adı nedir: Gerçeküstü mü, fantastik mi, düşsel mi? Bana kalırsa, hem hiçbiri hem de bunların bütünü. Onu postmodern bir romancı -yazdıklarını da postmodern romanlar- olarak görmek ne kadar yanlışsa, anlattıklarını da tek bir yazınsal biçime sığdırmak o kadar yanlış. Öyle ya, İhsan Oktay Anar’ın romanlarında anlatılanlar tarihselmiş gibi görünürken, bize sürekli olarak gerçek olmadıkları duygusunu da verir. Tarihe ait olmayan bir tarih içinden çıkarılmış ya da yalnızca yapılmış düşsel tarihin hikayeleri.
Dolayısıyla onun romanları gündüz rüyası da değildir, demişim. Bir gerçek yok ki, onun romanlarına kaynaklık etsin. Öyleyse neyin rüyasını görmektedir İhsan Oktay Anar? 'Hayal üstüne hayal'. Böyle tanımlayabiliriz onun romanlarını. Uykuyla uyanıklık arasındaki karanlık bölge. Bir de böyle görmek yerinde olur. Bir anlamda, 'tarihin rüyası'.
Sonunda bu alışılmamış, düşüncelerimizi dalgalandırıp savuran roman anlayışı, eleştiri için de bulunmaz olanaktır. Ne çok şey düşünüyoruz hakkında, düşüneceklerimizden başka. Değerini bilelim.
Yeni bir biçim denemesi
Demek ki...
Yeni bir biçim denemesi, şaşırtıcı bir teknik görülen her yere postmodern etiketini iliştirmek okuma ya da eleştiri değil. İhsan Oktay Anar’ın dili için yaptığım özel dil saptaması, onun romanlarının bütüncül niteliğini anlamaya ışık tutar. Şu demek ki, burada özel bir roman biçimiyle de karşı karşıya bulunuyoruz.
Hikayesi var ama bildik hikayelerden değil.
Bir anlatı ama bütüncül değil.
Tanımlanabilecek bir bütün yapısı var ama parçalı da.
Gerçekçi değil ama tarihin içinden çıkmış gibi.
Gerçekmiş gibi ama uydurma.
Bunları alt alta sıralayınca, özel ve özgün bir romanla karşı karşıya bulunduğumuzu hemen belirtebiliriz.
Bütün bunlar niçin?
Yalnızca yazma tutkusuna bağlı ve bundan ötesinin nereye varacağını önemsemeyen yazarlık tutumunu çok arayıp da sık bulamadığımızı yazmışım. Onu nerede görürsek sıkıca tutmalıyız ki, elimizdekinden olmayalım. İhsan Oktay Anar’ı böyle karşılıyor ve böyle okuyorum. Her zaman değil ama bazen, yazınsal tat almak da bir başına bir okuma amacı olabilir.
Bir de şöyle okuyabilir miyiz: Kendi ütopyasının parçalarını bir araya getiriyor İhsan Oktay Anar. Nedir bu ütopya? İçinde yaşanması olanaksız ama yaratıcısının hayallerini dolduran, ona rüyalar gördüren, onları gerçekmiş gibi yaşatan. Böyle bir roman, yaratıcısı için de, okuru için de büyük fırsatlar yaratır. Çünkü az bulunur.
Nefes alan her insan kadar düş
İhsan Oktay Anar, 17 Ocak'ta yayımlanacak olan "Gâliz Kahraman"da, bu sefer romana giydirilmiş uzunca bir edebiyat eleştirisi sunuyor okurlarına. Edebiyatta devrim yapmaya çalışanların aynı kelimeleri kullananmalarını, devrik cümleleriyle birbirini taklit ederek ilerleyen toplum kahramanlarını anlatıyor.
BURCU ARMAN
Anlamadan okuduğunu fark ettiğinde, son anladığın noktadan birkaç sayfa ilerdesindir. Geri döner bir daha okursun. Bu sırada, aslında başka bir yere dalmadan okuduğunu, anlamadığını sandığın sayfaları da her nasılsa anladığını anlayıverirsin. Çok değil başlarda belki biraz tanıdık gelen kelimeler içindesindir. Sonralarıysa hiç bilmediği bir dili farkında olmadan konuşabilir hale gelen çocuklar gibi okuduğunu anladığını fark edersin. Zira İhsan Oktay Anar’ın dünyasındasındır. Onun hükmettiği kelimeler zihnini zorlarken, yarattığı evren hayretini perçinler. Kahramanların birinden diğerine sek sek oynar gibi zıplayarak atlarken ipin ucunu kaçırmamak için zorlanırsın.
Şimdi tüm bunları bir kenara koyun. "Amat"ın dalgalı sularını, "Puslu Kıtalar Atlası"nın düşten düşmüş dünyasını, "Suskunlar"dan yayılan musikiyi... Hem uzaklarda hem de çok yakında olan hikayeleri düşünmeyin. Ya da şöyle anlatayım; "Yedinci Gün"ü okuduğumda, Anar’ın kullandığı lügatın sınırlarını daha da net çizdiğini, artık gerçekten yalnızca onun evel ezel okurlarının anlayabileceği bir ahenk oluşturduğunu düşünmüştüm. Yanılmışım. Zira "Gâliz Kahraman" benim gibi düşünenleri ters köşeye yatırmayı başardı. Bir bakıma o yine İhsan Oktay Anar’lığını yaptı da diyebiliriz!
Bir düş
Anar’ın kitapları hep bir düşü içerir. Hikayelerin düşe, düşlerin hikayelere dönüştüğü yerlere tanık eder bir yerden yakalar sizi. Yarattığı dünyanın gerçekle kesiştiği noktalara değerek geçer. Yani gerçekten, gerçekle düş arasında gidip gelirsiniz. Zaman gerçektir ama mekan düştür. Mekan düştür ama zaman gerçektir. ekan ve zaman gerçektir ama kahramanlar düştür. "Gâliz Kahraman" farklı çünkü, neredeyse tamamen gerçek. Elbette ancak nefes alan bir insan kadar düş.
Arka kapakta yer alan “Bütün zamanların kahramanı olan bir insanın hikayesi” tanımında mübalağa yok. Zira Anar’ın "Gâliz Kahraman"ı tüm zamanların kahramanı olan 'insanın' hikayesi. Emperyal Külhaniler’in mesken tuttuğu, adamdan sayılmak için bir takım unvanlara sahip olunması gereken bir dönemdeyiz. Kahramanımız İdris Âmil Hazretleri kendisi epey yüce bir şahsiyet. Öyle ki anlatıcımız adının başına efendimiz eklemeden anmıyor. Aristokrasinin yerine yüksek sosyete, sosyetenin yerini de eşrafın aldığı bir dönemde, İdris Âmil Hazretleri’nin istediği iki şey var. Toplum içinde saygı duyulan bir unvan sahibi olmak ve âşık olacağı kadını bulmak. İşte bu ikisi için yapamayacağı şey yok. Sanatçı olmanın iyi bir yol olduğunu düşünen kahramanımız yola şair olmayı denemekle çıkar.
Ümmü Gülsüm Kıraathânesi’nin kapısındaki kurs davetini görür ve bunun iyi bir başlangıç olduğuna inanarak Avâma Açık San’atkâr Müellif Kursu’na katılmaya başlar. Hafta içi her akşam bir konu tartışılır kursta. Grileri olmayan edebiyat hocası ve onun ağzından çıkanı düstur belleyen talebeleriyle ders yapan bir kurstur burası. Diğer kahramanımız Efgan Bakara ile de burada tanışır. Ancak İdris Âmil Hazretleri gibi yüce bir insan değil bas bayağı enayidir Efgan Bakara. Ve kitap boyu devam eden kursu da Efgan eşliğinde ara ara izleriz.
Bir edebiyat eleştirisi
Toplumun yanlışlıklarını bir aynadan anlatıyor Anar. Ademoğlunun tüm hırslarını, narsistliğini, bencilliğini üzerinde taşıyan İdris Âmil Hazretleri iken; diğer bir kahraman Efgan Bakara topluluktan farklı olduğu için enayidir. “Güzellik ve çirkinlik, deha ve delilik gibi tabii eksiklikler ve fazlalıklar, olağan insanlarca kriminal bir hussiyet olarak kabul ediliyor, alayla cezalandırılıyordu. Anlaşılan çok sayıda olmaları, aynı fikrî ve bedenî üniformayı giyip cemaat içinde durmaksızın hîza ve istikametini kontrol eden normal insanları yanılıyordur,” diye anlatıyor Anar toplumun Efgan’a bakışını.
Anar bu sefer romana giydirilmiş uzunca bir edebiyat eleştirisi sunmuş bize. Edebiyatta devrim yapmaya çalışanların aynı kelimeleri kullanmalarını, devrik cümleleriyle birbirini taklit ederek ilerleyen toplum kahramanlarını anlatıyor. Kusursuzun güzel olduğu yalanlarını, romanların ağır ve oturaklı olduğu zaman roman olduğuna inananları kursiyerlerin ve eğitmenlerinin arasında dillendiriyor. Ve bunu neredeyse kitap boyunca sürdürüyor.
Sanki "Yedinci Gün"den kalan 'insanlık hali', zayıflıkları ve erdemleri daha net çizgilerle belirlemiş Anar. Ve sanki onun dünyasını 'anlaşılmaz' addedenlere, nedenleriyle 'açık açık' yazmış. Yine belki de bu yüzden sayfalarında 'düzgün', 'güzel', 'steril dil' kavramlarını uzun uzadıya tartıştırmış kahramanlarına.
Neden diğerler kitaplardan farklı bir dünyadayız? Belki de Anar’ın kitaplarında ilk kez telefon kulübesi, taksi, benzinli motor gibi kelimeleri okuduğumuz için. Belki de ilk kez çalan müzikler kulağımıza bu kadar tanıdık geldiği için. Belki bu detaylardan ve geçtiği dönemden ötürü bana Cingöz Recai’yi hatırlattığı için bilemiyorum...
Satır aralarına yaydığı muzipliği de bir doz arttırmış. Her ne olursa olsun hırsızıyla, kabadayısıyla, şairi ve edebiyatçısıyla detaylarında yine ve elbette onun dünyasındayız. Yalnızca "Bakalım bu sefer nasıl şaşırtacak?" dediğimiz yazar bizi bir hayli ters köşeye yatırmış.
Etiketler: Milliyet Kitap Semih Gümüş ihsan oktay anar kapak Galiz Kahraman Burcu Arman Puslu Kıtalar Atlası Efrasiyab'ın Hikayeleri eleştiri değerlendirme edebiyat Efgan Bakara İdris Amil
