Milliyet Sanat
Eylül 2016

Ben annemi severim

Elena Ferrante'nin "Belalı Aşk"ı 40'larındaki Delia'nın annesini kaybedişini ve bu süreçten sonra varoluşunu sorgulaması üzerine.
"Belalı Aşk"
Elena Ferrante
Çeviren: Meryem Mine Çilingiroğlu
Everest Yayınları
ROMAN
 
ZEYNEP HEYZEN ATEŞ
 
“Kitaplar bir kere yazıldılar mı artık yazarlarına ihtiyaçları yoktur.” İtalya'da bir yerlerde kimsenin Ferrante olduğunu bilmediği bir kadın yaşıyor. Tabii yazarın bir kadın olduğu varsayımını gerçek kabul ederseniz. Kimileri kuzeyde, Turin’de yaşadığına inanıyor; kimileri güneyde, yapıtlarında sık sık işlediği Napoli’de yaşadığını iddia ediyor. Çoğu kişiye göre şimdilerde 60’larında olmalı. Gençken üniversitedeyken tanıştığı bir Yunanlıyla evlendiği ve bir kızı olduğu söyleniyor. Kimliğini öğrenmeye çalışan gazetecilerden bazıları edebiyat profesörü olduğu görüşünde. Birinci tekil şahısta yazdığı, konuşur gibi kaleme aldığı kitaplarına serpiştirdiği kırıntıların izini sürmeyi deneyenler yıllardır farklı farklı sonuçlara varıyor. Herkes kendine göre bir Ferrante uyduruyor kısacası... Gerçek kimliğini bilen bir avuç insan ser veriyor sır vermiyor. Basılmış hiç fotoğrafı yok ve röportaj yapmak için menajerine ulaşmak zorundasınız. Zaten çok ender röportaj veriyor -her zaman e-postayla. 
 
Samimi bir kalem
 
“Romanlarımı dilediğiniz gibi taciz edebilirsiniz” diyor yazar bu röportajlardan birinde ve ekliyor: “Özel hayatımı asla.” Okudukça takma adın, kitaplara ilgi çekmek için yapılmış bir numara olmadığını anlıyorsunuz. Aksine mahlas kullanmasına bu kadar ilgi gösterilmesinin nedeni kitapların başarısı. Belki de ancak yeni bir ismin verdiği özgürlükle kitaplarındaki sesin dobralığını, dürüstlüğünü, samimiyetini koruyabiliyordur, kim bilir...
 
"Belalı Aşk", yazara özgü samimi yazı tarzının güzel bir örneği. Her şeyi romanın kahramanı Delia’dan dinliyor, olayları onunla yaşıyor, Napoli’yi onun gözünden görüyoruz. O, kadın kahramanlar arasında görmeye alışkın olmadığımız türde bir karakter. "Küçük Kadınlar" misali örneklerden ziyade Camus’nün "Yabancı"sı gibi biri. "Anne de anneymiş ama" dedirten romanın olay akışı da "Yabancı"nınki gibi sade: Delia, annesi Amalia’nın cesedinin sahile vurduğu haberini alıyor ve doğduğu şehre dönüp bu ölümü araştırmaya koyuluyor. Ama hikaye düz bir çizgide gitmek yerine kendi içine kapanarak, irili ufaklı zelzeleler halinde dallanıp budaklandığından "Belalı Aşk"ı yukarda yazdığım iki cümleye indirgemek, "Yabancı" için “Annesinin ölümüne ağlamayan adamın hazin hikayesi” demeye benziyor.
 
Yabancı ama tanıdık
 
Delia’nın, ölümünün ardından annesinin gerçekte nasıl biri olduğunu anlama ihtiyacı, bu uğurda ortaya koyduğu çaba, keşfettiği karanlık dehlizlerin onu, kendini sorgulamaya ve psikolojik heyelanlara sürükleyişi... Delia bir bakıma annesini sevip sevmediğini sorguluyor. Bunlar da varoluşçu edebiyata yakışacak temalar, fakat Elena Ferrante’nin romanında İtalyan sıcaklığı, İtalyan samimiyeti var. Yazarın Delia’sı Camus’nün kahramanının aksine kendine yabancılaştıkça bize yakınlaşıyor. Tanıdık birine dönüşüyor. Ona annesini sık sık ziyaret eden bir erkeğin varlığından bahsettiklerinde, yüzü kızararak “Ağabeyidir” deyivermesinden tutun da, “Biz cesareti kırılmayan bir ırka mensubuz. Annemiz bize yaraya üflemeyi ve ‘birazdan geçer’ demeyi öğretti” açıklamasına veya Singer dikiş makinesiyle ilgili anılarına kadar Akdeniz toplumlarına çok tanıdık gelecek deneyimleri ve ruh halleri var. Her bölümde farklı bir sürpriz karşımıza çıkıyor, haliyle zaten ince olan roman bir solukta okunuyor. Bittiğinde de tren çarpmış gibi hissediyorsunuz. Sıradanlığıyla sıra dışı belki de bu iki zıt durumun bir tren veya araba kazasında özdeşleşmesi gibi. Yeni değil ama yeni. Yabancı ama tanıdık. 
 
"Erkek olmaya zorlanmak"
 
Ferrante, Paris Review’a verdiği bir röportajda "Belalı Aşk"ın kendisi için de özel bir yeri olduğunu itiraf ediyor. “'Belalı Aşk', yıllar süren uğraşının sonucunda ortaya çıkan ufak bir mucize gibiydi” diyor yazar. “Ani kırılmalara açık, tutarlı, akıcı, son derece kontrollü bir tarz yakalamıştım. Kalemimi o kitaptan kurtarıp yeni bir roman yazabilmek 10 yılımı aldı.” Ama otobiyografik olmadığının da altını çiziyor. “Deneyimlerimden besleniyorum ama eserlerim otobiyografik değil. Otobiyografi okuyucuya tarihsel bir gerçeklik vaat eder. Hikayelere sızan kişisel deneyimlerse kurgudaki gerçekliğe hizmet eder, onu sağlamlaştırır.”
 
“Erkek olduğunuzu söylüyorlar, ne diyorsunuz?” sorusuna verdiği yanıtsa bence ders kitaplarına yakışacak türden: “Ne diyebilirim ki? Bugün bile her alanda yalnızca erkek mükemmelliği evrensel olarak algılanıyor. Kadınların yetenekleri ancak kendi cinsleriyle sınırlı kaldıkları sürece kabul görüyor. Bu sınırları aşarlarsa aniden kişisel özelliklerini yitiriyorlar. Erkek olmaya zorlanıyorlar. Sanki sembolik bir ‘erkek olma hâli’ var. Erkeklerin kadınlara yakıştırdığının üzerinde bir başarı gösteren her kadın hemen bu kapsama alınıyor.”
 
Edebiyatta erkek hegemonyasını kırmaya çalışan, iyi hikaye kıtlığı çektiğimiz bir dönemde bizi samimi karakterlerle ve hikayelerle buluşturan bu yazarı kaçırmamanız dileğiyle.