İhsan Oktay Anar ile yeni bir düş
Yedinci Gün’ü okurken işte tam olarak bunları hissediyorum. Yine sıra dışı bir zamanın içinde dolanıyorum
Sanki birinin rüyasına izinsiz girmişim gibi bir hisse kapılıyorum sayfaları çevirdikçe. Bazen öyle gerçek ve içten cümlelerle karşılaşıyorum ki gülümsüyorum elimde olmadan. Ara ara da şaşırıyorum anlamını bilmediğim kelimelerin oluşturduğu bu cümleleri nasıl anlayabiliyorum, hissedebiliyorum diye. Bir insanın ne kadar masum olabileceğini görüyorum ve ne kadar acımasız bir tarafının sol yanında o masumiyetle yan yana barınabildiğine. Kendi halinde yaşayan ama aslında dünyanın merkezini içlerinde taşıyan insanlarla karşılaşıyorum ve onları kendime çok yakın hissediyorum. Sıradanlığın aslında büyük bir farklılık olabildiğini öğreniyorum.
Doyumsuzluğun sınırında kalmış bir yüreğin nasıl taş kesildiğini sonra da bir anda o taşın aşkı nasıl arzuyla içine aldığını görünce değil de o aşkı içine aldıktan sonra hala o taşın gaddarlığının çözülememesine hayret ediyorum. Zaman kavramını karıştırıyorum ara sıra. Sonra aslında zamanı çok önemsemem gerektiğini duyumsuyorum içimde. Zamanın sadece bir araç olduğunu ve hayatı zamanla değil de benliğimizle yaşadığımız gerçeğiyle yüzleşiyorum. Aslında zamanı hiç düşünmeden tüm korkaklıklarımızı, günahlarımızı vicdanımızla sınıyoruz ve kusurlarımızı zamanın içinde eritiyoruz, anlıyorum.
İhsan Oktay Anar'ı okurken hep bir düşün içindeymiş gibi hissediyorum işte böyle. Hep bir şeyler öğreniyorum, bir yerlere varıyorum hikâyelerinin içinde. Masalsı anlatımı, özgün üslubu ile kullandığı eski Türkçe sözcükler, bambaşka bir zamandan gelmiş karakterler ve hayatlar zihnimin içinde birkaç tur atıp hemen aşina ediyorlar kendilerine.
Yedinci Gün’ü okurken işte tam olarak bunları hissediyorum. Yine sıra dışı bir zamanın içinde dolanıyorum. Birkaç bildik olayı aslında ne kadar önemli olduklarına aldırmadan nasıl basit ve kısa yoldan hem de yüzümde bir tebessüm oluşturarak anlattığını görüp bir kez daha kalemine hayran oluyorum. Son sayfaya kadar da merak içinde çeviriyorum sayfaları. Okuduklarımı bir yapbozun parçasıymışçasına birleştirmeye çalışıyorum. Yine de en son noktada ne olacağını kestiremiyorum. Nihayet olay çözülüp, neticeye kavuşunca hem beklediğim hem de beklemediğim bir sonuçla karşılaşıyorum. Puslu Kıtalar Atlası’nı okurken dikkat kesilen zihnim, bu sefer güldürüp düşündüren nüktedan göndermelerden olacak, daha rahat ve daha az yorgun, kitabı bitiriyorum.

Doyumsuzluğun sınırında kalmış bir yüreğin nasıl taş kesildiğini sonra da bir anda o taşın aşkı nasıl arzuyla içine aldığını görünce değil de o aşkı içine aldıktan sonra hala o taşın gaddarlığının çözülememesine hayret ediyorum. Zaman kavramını karıştırıyorum ara sıra. Sonra aslında zamanı çok önemsemem gerektiğini duyumsuyorum içimde. Zamanın sadece bir araç olduğunu ve hayatı zamanla değil de benliğimizle yaşadığımız gerçeğiyle yüzleşiyorum. Aslında zamanı hiç düşünmeden tüm korkaklıklarımızı, günahlarımızı vicdanımızla sınıyoruz ve kusurlarımızı zamanın içinde eritiyoruz, anlıyorum.
İhsan Oktay Anar'ı okurken hep bir düşün içindeymiş gibi hissediyorum işte böyle. Hep bir şeyler öğreniyorum, bir yerlere varıyorum hikâyelerinin içinde. Masalsı anlatımı, özgün üslubu ile kullandığı eski Türkçe sözcükler, bambaşka bir zamandan gelmiş karakterler ve hayatlar zihnimin içinde birkaç tur atıp hemen aşina ediyorlar kendilerine.

