
Bu yazımda Frederick Wiseman’ın yönetmenliğini yapmış olduğu belgesel filminin (Titicut Follies, 1967) bazı noktalarını Barry Keith Grant tarafından yazılmış ve bu filmle ilgili olan ‘Ethnography in the First Person’ makalesinin ışığında incelemeye çalışacağım. Kısa bir açıklamada bulunmak gerekirse Titicut Follies, Wiseman tarafından yapılmış, suça meyilli akıl hastalarının bulunduğu ve halk tarafından finanse edilen, Bridgewater adlı bir kamu kurumu hakkındadır.
İşin içerisine kamu kuruluşu, akıl hastalığı, halkın finanse edişi gibi kavramlar girdiğinde her zamankinden daha dikkatli davranmak gerekir. Çünkü bu kavramlar politika, etik, hak, izin ve bilgilendirme gibi kavramları da yanlarında getirirler. Burada en önemlisi filmi yapan kişi, bir kamu kurumunu halka yansıtıyor, aynı kişi yine akli dengesinin bozuk olduğu söylenen hastaları temsil ediyor. Bu kişinin böyle bir temsil hakkı var mıdırdan çok, bu temsiliyet izleyici üzerine ne gibi sorumluluklar yükleri konuşmak gerekir.
Çayan Demirel bir söyleşisinde Dersim 38 adlı belgesel filmi için bir şey söylemişti. Filmin başında yaşlı adam Demirel’e bir şeyler anlatacağını ancak buna karşılık kameranın kapalı kalmasını söylüyordu. Buna rağmen Demirel, kamerayı kapattığını söylüyor ancak kapatmıyordu. İlk izlediğimde bu bana etik açıdan büyük bir hata gibi gelmişti. Aynı soruyu Demirel’e sorduğumda bana, bunları kaydetmeye hakkı olduğunu, onun da o topraklarda büyüdüğünü ve insanların gerçekte olup bitenleri bilmeye hakkı olduğunu söyledi.

Titicut Follies açısından baktığımızda, ülkeler ve zamanların farklılığına rağmen durum çok benzer. Wiseman halk tarafından maddi destek sağlanan bir kurumun nasıl işlediğini halkın bilme hakkını savunuyor. Bu durumu temsil edebilme hakkını da yine aynı ülkenin vatandaşı olan kendinde tam da bu sebepten bulabiliyor. Yani aslında Wiseman bir anlamda bir vatandaş ve bir belgeselci olarak kendine bir takım sorumluluklar yüklüyor ve bunları yerine getirmeye çalışıyor. Tam da bu yüzden filmi yapan kişiden ziyade izleyenlere büyük sorumluluk düşüyor.
Wiseman bir sorun saptıyor ve bu sorunu gözler önüne seriyor. Ya sonra? Aslına bakarsanız sonrası epey muğlâk zira Wiseman yapılması gerekenle ilgili bir şey söylemiyor. Titicut Follies’i izlemek bu yüzden zor. İzledikten sonra seyircide izlemenin ağırlığı kalıyor. Yani artık olup biteni biliyoruz. Bu güne kadar vergileriyle bu kurumu destekleyen insanlar görevlerini yerine getirdiklerini ve bu hastalara tedavi olmaları için yardımcı olduklarını sanıyor olabilirdi. Ama artık durumun böyle olmadığını, paralarının amacına uygun kullanılmadığını görüyorlar. Wiseman’ın filminde seyirci iki şekilde aktif hale geliyor: seyirci olarak ve politik olarak.

Seyirci olarak aktifler çünkü Wiseman izleyicisini kaşıkla beslemiyor. Anlatmak istediğini kronolojik bir kurgu veya neden sonuç ilişkisi üzerine kurulmuş bir olay örgüsü ile vermek yerine farklı bir montaj tekniği deniyor. Bu bana aslında Sovyet montaj tekniğini hatırlatıyor. Görüntüler arka arkaya oldukları sırayla verilmek yerine, görüntüler arası paralellikler, karşılaştırmalar ve çatışmalar yaratılarak verilmek istenen anlam çıkarılıyor. Demek ki aslında Wiseman’ın aklında çıkarılması gereken bir anlam var. Zira hiçbir kimsenin bu filmi izlerken orada olan kişilere ve olaylara sempati duyma ihtimali yok. Burada aklıma gelen ilk şey Wiseman’ın kendisiyle ilgili. Wiseman bu işe başlarken aklında bir şey ile başlamış olması gerekir diye düşünüyorum aksi takdirde özellikle Bridgewater’ı seçmesinin bir anlamı olmazdı. Öte yandan Wiseman’ın tekniği olayların gidişatını her an değiştirebilecek nitelikte. Kamerayı alıp bir kurumdan aklında bir fikirle içeriye giriyorsun, ya sonuç hiç beklemediğin gibi çıkarsa. Buna Wiseman’ın cevabı herhalde çıkabilir olurdu zira kendisi olaylara hiçbir müdahalede bulunmadığını ve kamerayı adeta duvardaki bir sinek gibi kullandıklarını iddia ediyor. Bu da kendiliğinden gelişen olayları kendi doğallıkları içerisinde yakaladıkları anlamına gelir. Bana kalırsa durum böyle değil. Kamera karşısındaki hayat gerçekten kendiliğinden olabilir mi sorusunu belgesel içerisindeki bu yaklaşımı değerlendirirken aklımdan çıkaramıyorum. Kayıt altına alınacaklarını bilen akıl hastanesi yetkilileri, o gün için çok farklı davranabilir, orada olan olayları olması gerektiği gibiymiş gibi gösterebilirlerdi. Aslına bakarsanız bu çok da zor bir iş değil. Zaten bu filmi izlerken en çok şaşırdığım şeylerden biri de budur. Propaganda veya reklam filmlerini düşünecek olursak, bir kurumun, bir malın ve hatta bir ulusun bile olduğu durum değil olması istenilen durumu gösterilebiliyor.
Titicut Follies’in seyirciyi aktif hale getirdiği diğer bir alansa politik alandır. Ödedikleri vergilerle geçinen bir kurumun içerisindeki hastalara adeta zulüm ettiğini gören halkın bu duruma ses çıkarma hakkı otomatik olarak doğar. Nasıl ki, bazı belgesel filmlerde destekleyici olan kurumun lehine bir tavır alınıyorsa, burada da bir anlamda bu kurumun sponsoru olan halkın ses çıkarma hakkı vardır. Aslına bakılırsa hem Titicut Follies’in hem de Çayan Demirel’in filmi Dersim 38’in devlet tarafından sansüre uğramasının en büyük sebebi de bu bence. Halka bu yönetmenler tarafından verilen olanları olduğu gibi bilme hakkının beraberinde getirdiği olanlara karşı hissedilen sorumluluk ve bu durumu değiştirebilme gücüdür. Bu da başlı başına sansürcü otoritelere karşı bir tehdittir.