Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Yazarlar » Filiz Aygündüz | Affetmek ya da affetmemek
07 Nisan 2014 - 10:04 | Judi Dench ve Steve Coogan, Stephen Frears'ın yönettiği "Philomena"nın başrollerinde.
Affedemediklerimizi bir kez daha düşünmemize yol açıyor ‘Philomena’. Haklı da üstelik, kızgınlıkla yaşarken hayat çok yorucu oluyor
Ve nisan geldi. Yer gök sinema, İstanbul’da yaşayanlar için, Film Festivali ve elbette İKSV sayesinde; 33 yıldır olduğu gibi. Festivalin açılışı önceki akşam Lütfi Kırdar’da yapıldı. Açılış filmi olarak da Stephen Frears’ın ‘Philomena / Umudun Peşinde’si gösterildi.
 
Film, Martin Sixsmith’in ‘Philomena Lee’nin Kayıp Çocuğu’ kitabının beyaz perde uyarlaması. Gerçek bir öyküye dayanıyor. 1950’li yıllarda İrlanda’da bir panayır sırasında beraber olduğu sevgilisinden hamile kalan Philomena (Judi Dench), kendisini affetmeyen Katolik ailesinin elleriyle Roscrea Manastırı’na kapatılıyor. Oğlu Anthony’yi burada doğurup tam 3 yıl manastırın çamaşırhanesinde ağır şartlarda çalıştırılıyor. Büyük bir günah işlediğine öylesine inandırılıyor ve üzerinde öyle derin bir suçluluk duygusu yaratma harekatı düzenleniyor ki gördüğü her türlü cezayı gıkını çıkarmadan kabul ediyor, 3 yaşına geldiğinde 1000 Sterlin karşılığında oğlunun Amerikalı bir aileye satılmasını da... Ve o günden sonra bu ‘utanç verici’ (!) hikayesini sır gibi saklıyor. Oğlunu aramaya devam ettiği tam 50 yıl boyunca!
 
2005 yılında sırrını paylaştığı kızının da yardımıyla BBC’deki görevinden henüz ayrılmış gazeteci Martin Sixsmith (Steve Coogan) ile tanışıyor. Bir anlaşma yapıyorlar; birlikte Anthony’yi arayıp bulacaklar, sonra da Martin bu hikayeyi yazacak. Önce manastıra gidiyorlar ama Philomena’nın kaldığı yıllara ait tüm evrakın yangında kül olduğunu öğreniyorlar. Ardından birlikte ABD’ye uçup, bu defa burada Anthony’nin izini sürüyorlar.
 
Gittiklerinde Anthony’yi bulabiliyorlar mı? Olaylar nasıl gelişiyor? Filmin bundan sonraki bölümlerini yazıp, tadını kaçırmak istemem. Çünkü gerçekten Amerika yolculuğuyla birlikte son derece heyecanlı bir süreç başlıyor. Ve orada bir değil, birkaç acı-tatlı sürprizle karşılaşıyorlar.
 
İrlanda’ya geri döndüklerinde, Roscrea Manastırı’nı bir kez daha ziyaret ediyorlar. Elde ettikleri sonuçları paylaşmak, belki biraz sitem... Ama Martin’in derdi tam olarak hesap sormak. Özellikle, anne-oğulun yıllarca birbirlerini bulmalarına engel olan kötü kalpli Rahibe Hildegarde’dan... Belli ki ömrünün son demlerinde, tekerlekli sandalyede, kıpırdayacak hali yok. “Neden onları her ikisinin de yerlerini bildiğin halde bunca yıl ayrı tuttun?” diye soruyor Martin. Philomena gibi çocuklarından ayırdığı ‘günahkar’ (!) kızlar için şu yorumu yapıyor rahibe: “Istırapları günahlarının kefaretiydi!”. Kapkara ama rahat bir vicdan yani. Martin köpürüyor köpürmesine ama bizim iyi kalpli Philomena araya girip “Rahibe Hildegarde, sizi affettiğimi bilmenizi isterim,” diyor. “Bu kadar basit mi?” diye isyan ediyor Martin. Hala öfke kusan o korkunç kadını affedebilmek? Philomena’nın cevabı: “Olanlar benim için çok acı verici. Ama ben insanlardan nefret etmek istemiyorum”. Filmin ana cümlesi bu! Martin karşı çıkıyor “Ben çok kızgınım, affetmeyeceğim” diyor ama nafile; buna da bir cevabı var Philomena’nın “Bu çok yorucu olmalı”.
 
New York Times’tan Stephen Holden’ın da dediği gibi “Stephen Frears’ın bu filmde asıl altını çizmek istediği şey bağışlama duygusu.” Affedemediklerimizi bir kez daha düşünmemize yol açıyor ‘Philomena’. Haklı da üstelik, kızgınlıkla yaşarken hayat çok yorucu oluyor. Ama bazı insanları affetmek çok güç, bunu da biliyorum. İnsan istiyor ki, o kendisiyle yüzleşsin, ne yaptığının farkına varsın, ben de bunu yapayım; sonra içtenlikle oturup konuşalım. Bu noktada da ‘yüzleşmek’ engeli çıkıyor. O affetmekten de zor malum. İnsanların çoğu yüzleştikleri suretlerini beğenmeyince aynayı kırıp daha da sertleşebiliyor. Konuşmak ne mümkün. Yine de bu konuda sevgili Cem Mumcu’nun bir sözünü eklemek isterim: “İlle de konuşup, hesaplaşmak gerekmez. Bazen insan, ölmüş birini de affedebilir, eğer isterse”.
 
Velhasıl netameli bir konu. Diyeceğim şu ki, önümüzdeki hafta üç gösterimi var ‘Philomena’nın. Mutlaka izleyin. Hem nefis bir film görmüş olacaksınız hem de eminim soracaksınız kendinize “Ben Philomena kadar acı çektim mi ki? Bana ne oluyor?” Sonrası size kalmış artık.