Milliyet Sanat
Milliyet Sanat » Haberler » Diğer » Bir Yüzleşme Sergisi: “Menüde Ben Yokum”

Bir Yüzleşme Sergisi: “Menüde Ben Yokum”

Bir Yüzleşme Sergisi: “Menüde Ben Yokum”26 Mayıs 2025 - 02:05
Sanatçı Seda Gazioğlu’nun Ankara Müze Evliyagil’de gerçekleşen yeni sergisi “Menüde Ben Yokum”, türcülüğün görünmeyen yapısını sorgularken, insani değerlerimiz ile gündelik tüketim alışkanlıklarımız arasındaki çelişkilere ayna tuttu.
BARAN DANIŞ
baran.danis@milliyet.com.tr
 
Bir sofra kuruldu—ama bu kez paylaşmak için değil, yüzleşmek için. Sanatçı Seda Gazioğlu, yeni sergisi “Menüde Ben Yokum” ile izleyiciyi sofranın etrafına çağırıyor ve soruyor: Kimin hayatı korunmaya değer, kiminki sadece bir tabak?
 
23 – 25 Mayıs 2025 tarihleri arasında Ankara Müze Evliyagil’de gerçekleşen sergi, türcülüğün görünmeyen yapısını sorgularken, insani değerlerimiz ile gündelik tüketim alışkanlıklarımız arasındaki çelişkilere ayna tuttu. Sofranın simgesel anlamı ters yüz edilerek, empati sınavı veren bir yüzleşme alanına dönüştü. Gazioğlu izleyiciyi sessiz ama çarpıcı bir paradoksla karşı karşıya bıraktı.
 
 
Antik halılardan paslanmaz çeliğe, işlemeli kumaşlardan aynalara kadar geniş bir malzeme yelpazesiyle çalışan Gazioğlu, bu sergide de kendine özgü disiplinlerarası yaklaşımını sürdürdü. Mistisizm, ritüeller ve gündelik hayattaki görünmez yapılar üzerine kurulu işleriyle tanınan sanatçı, bu kez sofraya oturmamızı istiyor—ama yemeğe değil, düşünmeye. 
 
“Menüde Ben Yokum”, bize dayatılan normları ve bu normların hangi hayatları biçimlendirdiğini sorgulatan bir sergi. Ve son bir soru bırakıyor geride: Eğer roller değişseydi, senin hikâyen bir tabakta mı biterdi?
 
Seda Gazioğlu’yla “Menüde Ben Yokum” üzerine konuştuk.
 
 
Sanatçı Seda Gazioğlu
 
“Menüde Ben Yokum” sergisiyle, sofra gibi ortaklık ve aidiyetle özdeşleşmiş bir alanı çelişki ve yüzleşme mekânına dönüştürüyorsunuz. Bu dönüşüm fikri nasıl doğdu? Kişisel ya da toplumsal bir kırılma anı var mıydı bu sergiyi tetikleyen? 
 
Bu serginin fikri, çocukluğuma kadar uzanıyor. Küçükken çiftlikte bir tavukla kurduğum bağla, aynı akşam o hayvanın yemek olarak sofraya gelişi arasında zihnim bir köprü kuramadı. Çünkü bu çelişkiyi sorgulamak bize öğretilmemişti. O an içimde bastırılmış bir farkındalık başladı; yıllar içinde sessizce büyüyerek düşünsel ve etik bir dönüşüme dönüştü. Sofra, kültürümüzde çoğunlukla sıcak, koruyucu ve birleştirici bir alan olarak görülür. Ama bu birliktelik, çoğu zaman görünmeyen bir ayrımcılığı da içinde taşır. Aynı masa etrafında oturanlar “bizden” sayılırken, sofraya konanlar “öteki” hâline gelir. Bu sergi, işte o görünmeyen ayrımı görünür kılmak istiyor. “Menüde Ben Yokum”da sofrayı bir kutlama değil, bir aynaya dönüştürdüm. Masada yemek yok; ama bastırılmış vicdanların, duyulmayan seslerin ve görmezden gelinen yaşamların hikâyeleri var. 
 
 
Serginizde izleyiciyi yalnızca ‘görmeye’ değil, ‘sorumluluk almaya’ da davet ediyorsunuz. Sanatın bu tür etik soruları gündeme taşıma gücünü nasıl değerlendiriyorsunuz? İzleyicide yaratmak istediğiniz etki nedir? 
 
Sanat, görünmeyeni görünür kılma gücüne sahip bir araç. “Menüde Ben Yokum” izleyiciyi yalnızca bakmaya değil, görmeye; gördüğünü içselleştirip bir tutuma dönüştürmeye davet ediyor. Benim arzum, serginin izleyicide duygusal bir titreşim yaratması kadar, o duygunun ardından gelen düşünsel bir sorgulamayı da tetiklemesi. Her tabakta bir hayatın izi varsa, bu iz nereye kadar bizimle gelir? İzleyicinin, sadece düşündüğü değil, hissettiği şeyle ne yapacağı sorusuyla baş başa kalmasını istiyorum. 
 
 
Türcülük, çoğu zaman görünmez kılınan bir ayrımcılık biçimi. Sanat pratiğinizde bu görünmezlik perdesini aralamak için ne tür yöntemler, materyaller veya anlatı biçimleri tercih ediyorsunuz? Bu bağlamda izleyiciyle kurduğunuz ilişkiyi nasıl tanımlarsınız? 
 
Türcülük, çoğu zaman adı konmadan sürdürülen, görünmeyen bir ayrımcılık biçimi. Bu görünmezliği kırmak için tanıdık olanı dönüştürmeye çalışıyorum. İzleyicinin gündelik hayatta karşılaştığı, zamanın izini taşıyan ikinci el objeleri—çoğu zaman bir anneanne evinden aşina olunan tabakları, kaşıkları— yeniden kurguluyor, yeni anlamlarla yüklüyorum. Aynı zamanda, sorgulanmadan kuşaktan kuşağa aktarılan ritüellerin nasıl zarar verici hale gelebileceğine de dikkat çekmek istiyorum. Alışkanlıkla süreklilik arasında ince bir çizgi var; bazı davranış biçimleri, zamanla sadece kültürel değil, etik bir körlüğe de dönüşebiliyor. İzleyiciyle kurduğum ilişki, tanıdığı bir eşyaya yeniden bakmasını sağlamakla başlıyor. Yadırgamadan sorgulamak, yargılamadan fark ettirmek... Çünkü bazen en güçlü yüzleşme, zaten bildiğimiz bir şeye yeniden — başka bir gözle — bakmakla başlar.