Del Toro ve Elordi “Frankenstein”ı anlattı
Guillermo del Toro’nun merakla beklenen projelerinden “Frankenstein”, Netflix’te seyirciyle buluşuyor. Yönetmen del Toro ve filmin başrol oyuncusu Jacob Elordi “Frankenstein”ı Milliyet Sanat’a anlattı.
JANET BARIŞ
janetiko@gmail.com
Oscar ödüllü Guillermo del Toro’nun yönettiği ve başrolünde Jacob Elordi’nin oynadığı “Frankenstein”, Mary Shelley’nin romanından uyarlanan kült hikâyeden yola çıkarak yönetmenin kendi iç dünyasıyla buluştuğu bir yerde duruyor. Gotik tarzı, ışığı ve atmosferiyle dikkat çeken “Frankestein”, bu kez biraz daha derine inerek oğlunu reddeden baba ile baba onayını bekleyen oğul ilişkisini merkeze alıyor. Guillermo del Toro ve başrol oyuncusu Jacob Elordi ile “Frankenstein”ı ve filmde yaratılan dünyayı konuştuk.
Guillermo del Toro
“Frankenstein”ın bu versiyonu psikolojik açıdan biraz daha derin ve Freudyen. Baba-oğul ilişkisi, yarattığını reddeden bir baba ve baba onayı için mücadele eden bir oğul tipolojisi var.
Guillermo del Toro: Film Freud’tan daha çok ben, benim babam ve çocuklarımla ilgili. Freud’la hiç tanışmadım ama eminim ki onun da baba meseleleri vardır. Çünkü evrensel olarak baba figürü bir gölgedir. Babanız iyi bir insan olsa bile ki benim babam öyleydi, gölge çok derindir ve bunu aşmak zordur. Kırılmış bir pusula ile doğarsın ve bunun farkına varırsan iyidir. Eğer bunun üstesinden gelemezsen, kendine ve başkalarına uygulamayı normal sandığın acının da ötesine geçemezsen, kırık pusulayla devam edersin. Daha da fazlası burada Katolik bir boyutlandırma var. Shelley ve metni üzerine 50 yıl çalıştım. Bu sadece geçtiğimiz yıl okuduğum bir roman değildi. Bunun iyi bir film olabileceğini biliyordum. Benimkisi Freudyen bakmaktan ziyade daha ruhsal bir şey, 200 yıllık bir sanat eseriyle bir diyalog kurma çabası.
Peki filmin bu psikolojik kısmını nasıl tanımlarsınız?
Guillermo del Toro: Babaya dair bazı sorgulamalar John Milton’ın “Kayıp Cennet” şiirinden de besleniyor. Dünyaya gelen insan Tanrı’ya ‘Neden buradayım?’ diye sorar ya da ‘Burada ne iyidir ve ne şeytanidir?’ Bunlar çok Katolikliğe özgüdür ve bu da çok iyi bir Katolik baba-oğul hikâyesi. Tanrı yarattığını yollar ve acı çekmesi için dünyaya bırakır. Burada ölümü hem edebi hem de spiritüel olarak soruşturuyorum. Bu film -tıpkı Mary Shelley’in de metninde yaptığı gibi- benim dünyayı görme biçimimi yansıtıyor.
Fotoğraf: IMDb
Üzerinizdeki Shelley etkisi de filmi belirginleştiriyor gibi…
Guillermo del Toro: Shelley baba meselesini en az üç romanında işliyor. Bunlardan biri “Mathilda” ki bu kitabını babasına da yolluyor ve sonraki iki kitabında da baba figürü önemli. Sonuç olarak film benimle, Shelley ve romanla birlikte oluştu. Shelley için kadın olmadan sonsuzluk da olmazdı, bu merkezdeydi onun için… Ölüm ve yaşam ki bu da doğum ve ölümden gelir. Burada esas mit bir erkeğin tek başına, kadınsız olarak birine hayat vermesi. Film çok merkezi bir biçimde erkeklik üzerine kurulu ama aynı zamanda kırılmış kadın karakterler de var. Onları Elizabeth üzerinden farklı şekilde ifade etmeye çalıştım. Elizabeth bir bakıma Mary Shelley’nin kendisi.
Tanıtım süreci sizin için zorlayıcı oldu mu? Çünkü bu çok kendine has bir film ve bazen tanıtım kampanyaları filmin dokusuyla uyuşamayabiliyor.
Guillermo del Toro: Sadece kampanya ile ilgili değil. İyi filmler yaptım ve birçoğu da yanlış kampanyalarla yönetildi ve seyirciye ulaşmadı. Fakat bunlar aynı zamanda satılması zor filmlerdi. Anlaması zor filmler çünkü. Eğer işte bu yönetmeni ve işte bu da oyuncusu ve bu “Frankenstein” filmi dediğiniz zaman bazı insanlar buna yakın olacaklardır. Bu insanların ruhlarını, dünyaya bakışlarını, yeteneklerini etkiliyor ve merak uyandırıyor. Sana ‘Guillermo del Toro’nun Pamuk Prenses’i’ dersem, ‘Hıımm, bu adam bununla ne yapacak acaba?’ dersin. Herhangi bir kampanyanın ilk adımı güçlü bir film yapmak. Akıcı, etkileyici bir film yapmak. İyi ya da kötü gibi terimler kullanmak istemiyorum çünkü bu tamamen bir film ile izleyicisi arasındaki öznel bir iletişim meselesi. Asıl olan çekingen, korkak veya ürkek bir film değil de güçlü bir film yapmak. Filmler kapıyı nazikçe çalmamalı, lanet olası kapıyı tekmelemeliler. Sonra bazı insanlar ‘Neden lanet olası kapımı kırdın?’ der, bazıları ise ‘Gel içeri, seni bekliyordum,’ der. Kampanyalar bir filmi besleyebilir ama üç gün sonra film kendi başınadır. Bu işi 30 senedir yapıyorum. Pazarlamadan beklediğin şey, filmin açılmasıdır, hepsi bu. Sonrasında film kendini savunur ve izleyicisiyle bağını kurar.
Jacob Elordi Fotoğraf: IMDb
Jacob Elordi: “Herkesin kendinden bir şeyler bulabileceği bir film”
Karakteri yaratırken oyunculuğunu nasıl kullandınız ve bu karakterin hassasiyetini nasıl gördünüz? Ya da başka bir deyişle duygular arasındaki geçişleri nasıl inşa ettiniz?
Jacob Elordi: Karakterin yaşadığı duygular birbirine çok yakındı. Her şeyi aynı anda deneyimliyordu; havayı, ciğerlerindeki nefesi, güneş ışığını, insan dokunuşunu, sesleri. Heyecan, hassasiyet, üzüntü hatta coşku, her şey aynı anda olup bitmekte gibiydi onun için. Bu yüzden onu hem büyük bir coşku hâlinde hem de aynı zamanda büyük bir acı içinde hayal ediyorum. Daha önce hiç ses duymadıysanız ve sonra yerden gelen bir şey size temas ederse tepki verecek bir dayanağın da olmaz.
Toronto’ya geldiğimde Guillermo’nun harika bir fikri vardı: Butoh denilen bu dans formunu incelemek. Butoh, Japonya’ya özgü, elementsel bir dans türü ve ‘bir cesedi yeniden canlandırma dansı’ olarak biliniyor. Bu dans türü bilinçaltıyla çok ilgili olduğu için öğrendiğin değil deneyimlediğin bir şey oluyor. Duygusal hâller içerisinde elementler gibi geçiş yapabilirsin, bedeninde hissettiğin şekilde ateşten suya dönüşebilirsin gibi.
Fotoğraf: IMDb
“Frankenstein” yeni kuşağın belki de ilk kez karşılaşacağı bir figür. Filminiz genç izleyiciler için ne ifade ediyor?
Jacob Elordi: Ben gençken “E.T.”yi izlediğimde empati duygumu görmüştüm. Filmin genç seyirci için empati talep etmesini beklerim. Seyreden herkesin kendinden bir şeyler bulabileceği bir film “Frankenstein”. Yani bir bakıma herkesin bu filmi izlediğinde kendini yaratıkta görmesini umarsın. Ya bu masumu korumak isteyen biri olarak ya da bu masumun kendisi olarak. Çünkü hepimiz bu dünyaya, bilinçten önceki hâlimizde, tıpkı bu yaratık gibi doğarız. Gençler gerçekten özenli bir biçimde seyrettiklerinde kendilerine dair ufak da olsa parçalar bulabilirler. Filmde yaratık, güneşe bakıp tüm saçmalıklara ve karmaşaya rağmen yaşamaya devam etmeye karar veriyor. Benim umudum, izleyicilerin şimdi etraflarındaki dünyaya bakıp bu tür bir sefalet ve zalimlik selini görmeleri ve kendilerini gerçekten ait hissetmedikleri bir yer olduğunu fark etmeleri olurdu. Umarım onlar da güneşe ve ağaçlara dönebilir, devam etmeye değer bir neden olduğunu fark ederler; çünkü yapacak başka bir şey yok.


