Milliyet Sanat
Milliyet Sanat » Haberler » Diğer » ‘Dilin gücü’ne giden suistimal edilmiş sözcükler

‘Dilin gücü’ne giden suistimal edilmiş sözcükler

‘Dilin gücü’ne giden suistimal edilmiş sözcükler 25 Şubat 2024 - 04:02
Aralarında ‘yalan haber’, ‘popülizm’, ‘laiklik’ ve ‘gerçeklik’ ile ‘soykırım’ ve ‘demokrasi’nin de bulunduğu 20’nin üzerinde kavram, küresel imzalar tarafından Dr. David Ranan’ın ‘Dilin Gücü’ kitabında incelendi. Tanınmış siyaset bilimci Fatmagül Berktay ve Dr. Ranan, kitap üzerine Alman Başkonsolosluğu’nda söyleşirken çarpıcı mesajlar verdi. Berktay, konuşmasında, “Halkların ulusların yaklaşımında sağduyu çok önemlidir. Büyük harfli hakikat olmadan yaşamak gerekiyor. Bugün birçok grup, yalnızca kendi ‘yankı odaları’nda sağırlaşmış bulunuyor. Bu da günümüzün meselesi,” yorumunu yaptı.
EVRİM ALTUĞ
evrimaltug@gmail.com
 
Küratörlüğü Goethe Institut’a ait olan Tarabya Kültür Akademisi’nin Ağustos - Kasım 2022 arası konuklarından, kültür ve siyaset uzmanı Dr. David Ranan’ın editörlüğünü üstlendiği “Dilin Gücü: Suistimal Edilen Sözcükler ve Siyasal Mücadele Kavramları” (Orj. adı: Sprachgewalt, 2021) isimli kitabı, Türkçede ilk kez yayımlandı. 
 
 
 
Dr.Ranan’ın yanı sıra dünya ve Türkiye’den 23 aydının makalelerini buluşturan kitap. Friedrich Ebert Stiftung Derneği Türkiye Temsilciliği desteğiyle, Nika Yayınevi tarafından okurlara sunuldu. Dr. Ranan’ın kitabı, yazılı, görsel ve sosyal medya ile ulusal ve ulusaşırı kamuoyunda tekinsizce gezinen, kitabın da alt başlığı ile vurguladığı gibi siyasetçiler ve otorite sahipleri ile, bilerek bilmeyerek pek çok sivil tarafından telaffuz edilen bir çok kavrama ilişkin soğukkanlı bir karşı - sözlük olma özelliğini taşıyor. 
 
Kitapta, ‘Yalan Haber’den ‘Popülizm’e, ‘Elitler’den ‘Siyonizm’e, ‘Laiklik’ten ‘Soykırım’a, ‘Aşırıcılık’tan ‘Elitler’ ve ‘Gerçeklik’e pek çok sosyal ve politik kavrama büyüteçle bakılıyor. Dr. Ranan’ın kitabının Türkçede ilk kez yayımlanması adına, 22 Şubat akşamı İstanbul Almanya Başkonsolosluğu’nda kendisinin de katıldığı bir de oturum düzenlendi. Almanya Federal Cumhuriyeti Başkonsolosu Johannes Regenbrecht’in açılış konuşmasını yaptığı ve yoğun bir ilgiyle izlediği etkinliğe, kitabı Türkçe yayına hazırlayan isimlerden Yasemin Ahi moderatörlük yaptı. Etkinliğin diğer konuğu, çağdaş siyaset teorisi ve kadın hareketleri, din ve toplumsal cinsiyet üzerine üzerine uzman Türk siyaset bilimci, akademisyen ve yazar Fatmagül Berktay’dı. Berktay ve Dr. Ranan, panelde kitaptan yola çıkarak, gündeme ve çalışmanın ele aldığı teorik problemlere dair oldukça çarpıcı okumalarda bulundu. 
 
 
Dr. David Ranan, sunumunun başında 40. ABD Başkanı Ronald Reagan’ın “Birinin özgürlük savaşçısı, diğerine teröristtir,” ifadesini anımsatarak, kavramlar ve durumların değişkenliği üzerine soru işaretlerine dikkati çekti. 7 Ekim 2023’te, Hamas’ın başlattığı ve yüzlerce masum İsrailli’nin ölümüne yol açan saldırıyı terör eylemi olarak niteleyen Dr. Ranan, bununla birlikte 8 Ekim itibariyle İsrail’in düzenlediği operasyonu ve sonuçlarını ise yine kesin bir dille eleştirdi. 
 
Oturumda “Hamas saldırısını bir ‘direniş’ olarak kabul edemeyeceğimiz gibi, İsrail’in yaptığına da ‘müdafaa’ diyemeyiz,” ifadesini kullanan Dr. Ranan, uzun süredir tartışılan ‘iki devletli çözüm’ün de gelinen son nokta adına uygunluğunu sorguladı ve yakın geçmişe damga vuran ve 2018’de silahlı şiddete karşı bir grup ABD’li öğrencinin başlattığı “Bir daha asla!” / “Never Again!” sloganının, Gazze’de son durum üzerinden düşünülmesi gerektiğine atıfta bulundu.  
 
Dr. David Ranan, 2016’da yılın kelimesi seçilen “Hakikat - Sonrası” / “Post - Truth”a da göndermede bulunarak, güven duygusunun herhangi bir konuda eleştirel düşünmemek anlamına gelmeyeceğini vurguladı. Dr. Ranan, sözlerini özetle şöyle sürdürdü: 
 
“Bu kitabın amacı, kasıtlı olarak yanıltıcı olabilen ve çoğu zaman da yanıltıcı olan dil konusunda farkındalık yaratmaktır. Ancak bu bir ansiklopedi değil, bir denemeler derlemesidir.  İlgili kavramın seçiminde belirleyici olan husus, insanların o kelimeyi nasıl anladıkları üzerinde belirleyici bir etkiye sahip olan ‘anlam çerçevesi’dir. Bu nedenle, sadece sözde açık olan ancak zor veya nadiren anlaşılan kavramlarla ilgilidir. Siyasal söylemde yargılamak ve kategorize etmek, iyi ve kötü olarak ayırmak, aklamak ya da damgalamak, içermek ya da dışlamak, teşvik etmek ya da yok etmek için kullanılan kavramlarla ilgilidir. (...)  Manipüle olmamak için tetikte olmalıyız. Ancak günümüzde insanlar rahatsız edici buldukları her şeyi ortadan kaldırmak uğruna her şeyi yapmaya hazırlar. Bu kitapla gündeme getirdiğimiz hemen tüm kelimelerin bir  ‘karizma’sı var ve hepimiz, şaibeli kavramlar için tetikteyiz. Ancak, siyasetçilerin de, bu ‘karizmatik’ ilişkileri suistimal eder bir yaklaşımları var. Oysa ki ‘dil’ dediğimiz, durağan bir şey değildir. (...) Bir kişi, bir kelimeyi neden kullanır? Ben pragmatik olmaya çalışan bir siyaset bilimciyim. Herhangi bir şeyi okuyunca beni etkileyen şey nedir? Bir ‘durum’ söz konusu ve ben de bunun ne olduğunu merak etmekteyim.”
 
Berktay: “Sadece ‘kendi’ tarafını okumamak gerek.”
 
Oturumda söz alan tanınmış kadın hakları savunucusu ve siyaset bilimci Fatmagül Berktay ise Ranan’ın derlediği yapıtın Türkçeye kazandırılmasının ‘çok önemli ve zamanlı’ olduğunu düşündüğünü söyleyerek sözlerine başladı. Berktay, Türkçeye kazandırılan kitapta Micha Brumlik imzası ile büyüteç altına alınan ‘Özgürlük’ kavramından yola çıkarak Batı’da uzun bir süre çeşitli kavramlara ilişkin ‘evrensellik’ iddiasının ardında bir ‘hakikat rejimi’ yaratma amacı bulunduğunu vurguladı. Berktay özetle şu ifadelere başvurdu:
 
“Emperyalist iktidar odaklarının ürettiği bilginin genelgeçer olarak kabulüne yol açtığını biliyoruz. Bir şeyi kimin tanımladığı, adını kimin koyduğu her zaman bir iktidar edimidir. Dolayısıyla sadece “kendi tarafını” okumamak, kendi kavramlarımızı ve kabullerimizi sorgulamak açısından elzem ve çeviri de bunu mümkün kılıyor.”
 
 
Konuşmasında dilin taşıdığı otoriter kimliğin tehlikelerine de değinen Berktay, 1984 isimli kara ütopya klasiğinin İngiliz yazarı George Orwell’a gönderme yaparak, kitapta değerlendirilen kimi kavramlara ilişkin şu açık değerlendirmelerde bulundu:
 
“Dil, emperyalizmin olduğu kadar, totalitarizmin de aracı olabiliyor; (George) Orwell’in Hakikat Bakanlığı’nın çeşitli güncel versiyonlarına her gün şahit oluyoruz. Benim hiç unutmadığım bir örnek, Türkiye’de 19 Aralık 2000’de 20 cezaevine birden yapılan ve 30’dan fazla mahkûm ve tutuklunun öldürüldüğü gece operasyonuna “Hayata Dönüş Operasyonu” adı verilmesiydi. Muktedirler dili kontrol etmenin düşünceleri kontrol etmek, düşünceleri kontrol etmenin ise davranışı kontrol etmek olduğunu düşünürler. (Michel) Foucault, iktidarın işleyişini görmek için söylemlerden hareketle üretilip otorite ve “doğruluk” kazanan bilgileri izlemek gerekir der, haklı olarak. Ancak totaliter iktidarların esas amacının, Hannah Arendt’in işaret ettiği gibi, spesifik bir içeriği kabul ettirmekten çok daha derin ve kalıcı bir zihinsel yapılanmayı yerleştirmek, bugün doğru diye bilinen şeyin ertesi gün yanlış sayılmasının normal kabul edilmesini sağlamak olduğunu da hatırlamak önemli. 
 
Günümüzde totalitarizm tehlikesi elbette devletten, şiddetten, ideolojiden kaynaklanıyor ama modern dönemin kültür krizi ve politik yalan da bunlarla iç içe geçiyor. Özellikle, devlet gücü sahte bir dünya yaratmak için kullanıldığında yalan politik bir önem kazanır. İşte tam da bu yüzden “Dilin Gücü” kitabında yer alan çok sayıda kavram sıralanırken, en başa “Yalan Haber”, sona da “Gerçeklik” metinlerinin konması, bence de çok yerinde olmuş.
 
Totaliter liderler, kitlelerin duygularını örgütleyip manipüle ederler ve giderek hakikatin yerini yalanın almasını ve insanların buna inanmasını, özgür basını yok ederek de sağlamaya çalışırlar. Devlet gücünün sahte bir dünya yaratmak ve sürdürmek için kullanılması, dayandığımız her şeyin sarsılmasına ve ayağımızı basacak sağlam bir zeminin kalmamasına yol açar.  Bunun en tehlikeli politik sonucu ise, birlikte yaşamanın ve eylemenin vazgeçilmezi olan diğer insanlara ve gerçeğe duyulan temel güveni yok etmesidir. 
 
Ancak işin bir de diğer yanı var. Jana Laura Engelhofer’in “Yalan Haber” makalesinde dikkat çektiği, “yalan haber etiketi”nin siyasal aktörlerin elinde güçlü bir silah haline gelmesi ve bu aktörlerin artık bu kavramı kendi politikaları hakkında eleştirel haber yapan medyayı itibarsızlaştırmak ve bir tür “medya önyargısı” oluşturmak için kullanmaları olgusu.
 
“Özgür basının olmadığı yerde, düşünme özgürlüğü farstan ibaret…”
 
Elbette medya eleştirisi, demokratik bir toplumda medyanın rolünü yerine getirip getirmediğini denetlemeye yarar ve demokratik bir işleve sahiptir, ancak özgür haberciliği yok etmek ve sansür için kullanıldığında iş değişir. Yazarın da belirttiği gibi, popülizmin temel özelliklerinden biri, medyaya da yöneltilebilen elitizm karşıtlığı. Haber medyasını elitist yanlısı gösteren ve özgür haberciliği itibarsızlaştıran, hatta yok eden bu tavır, popülist siyasetin karakteristik bir unsuru. Bu metni okurken, işin bu yanını bazen gözden kaçırdığımı düşündüm. Oysa gene Arendt’in hatırlattığı gibi, özgür basının olmadığı yerde, düşünme özgürlüğü farstan ibarettir.
 
Kitapta entelektüeller üzerine olan bölüm, haklı olarak entelektüel eleştirinin her zaman bir iktidar eleştirisi içerdiğine/içermek zorunda olduğuna dikkat çekiyor. Buradan çıkan sonuç, entelektüellerin iktidar odaklarıyla çok yakın bir ilişki içinde oldukları takdirde bu işlevi gerçekleştirmelerinin mümkün olmayacağı. Ne var ki 20. Yüzyıl, faşist ve totaliter rejimler ile entellektüellerin işbirliğine de tanıklık etti. Dolayısıyla, entelektüelin salt normatif tanımının epey sorunlu olduğu açık. Daniel Morat’nın “Enteletüeller” makalesi, örneğin Dreyfus olayında karşıt taraflarda olan hem Emile Zola’nın hem de Maurice Barres’in neden entelektüel olarak nitelendirilebileceğini açımlıyor, çünkü her ikisi de kendi faaliyet alanlarında belirli bir itibar kazanmış ve bunu dışında kalan ve kamuoyunun siyasi çıkarlarını ilgilendiren bir konuda kamuoyuna açıklama yapan kişiler.
 
Bu tanım oldukça nötr. Ama hemen insanın aklına, Nasyonal Sosyalistler’in entelektüelleri “köksüz” asalaklar olarak tanımlayıp kendi ırksal topluluklarının üyeleri olamayacaklarını savundukları geliyor. Goebbels, 1939’da bunlar “Halkı hiç tanımıyorlar, ruhlarında halkla ilgileri yok,” diye yazmış. Onun yerine “yerli ve milli” değiller de diyebilirdi. Bugün sağ popülist anti-entellektüellik hem bizde, hem de dünyada çok yaygın. 
 
Bu, bir yandan popülizm için temel olan, halk ve seçkinler (elitler) karşıtlığını yansıtıyor ve entelektüelleri yersiz yurtsuz, yerli ve milli olmayan diye nitelemeye yarıyor, öte yandan istişareye dayalı, söylem odaklı bir demokratik siyasal modelin reddine de hizmet ediyor. Yazarın belirttiği gibi, “entelektüel söyleme yönelik popülist küçümseme, daha iyi argümanın değil daha cesur yalanın kazandığı siyasal tartışma biçimini” destekliyor. Yani bir anlamda, yalanın hayat tarzı haline getirilmesini…
 
Bu noktada peki öyleyse “halk” kimdir sorusuna geçiyoruz. Nitekim kitaptaki konuyla ilgili metin, her bağlamda “halk”ın, “demos”un nasıl tanımlandığının sorunlu olduğuna dikkat çekiyor. Modern cumhuriyetlerde halk, tanrı adına hüküm süren hükümdarın yerine geçti ve siyasal meşruiyetin yeni kaynağı oldu. Halk egemenliği gibi halkın karakteri, halkın ruhu kavramları da gündelik dile girdi, sanki herkes aynı şeyi anlıyormuş gibi kullanılmaya başladı. Eski Yunan’da demos küçük bir azınlığı içeriyordu, köleler ve kadınlar dışarıda bırakılmışlardı. Modern dönemde ise adım adım kadınların yanı sıra pleblerin, yoksulların, farklı etnisitelere mensup olanların da halk kavrami içine alındığına tanık olduk. Ama bu, yaşanan gerçekliği ne kadar yansıtıyor?
 
Biliyoruz ki, her ulus-devlet yurttaşlar topluluğu olarak ulusu ya da demosu çeşitli dışlamalarla inşa etti. Örneğin Almanya’da halk kavramının köken birliğine sahip topluluk olarak ele alınması, içeri ile dışarı arasındaki farkı belirginleştirdi. Ancak belirli biçimde tanımlanan topluluğa mensup olanlar “kültür ulusu”nun ve dolayısıyla Alman halkının üyesi sayılabilirlerdi. Etnik-ırkçı dünya görüşü taraftarlarının gözünde bu konsept hem Alman ulusunun üstünlüğü fikrine hem de ırkçı ve metafizik mistik anlayışlara dayanak oluşturdu. Nitekim uç noktasında Nazilerin savunduğu, “sadece halktan biri yurttaş olabilir. Halktan biri olmak için de Alman kanı taşımak gerekir” noktasına vardı. Jörn Retterath’ın incelemesi Almanya bağlamında halk kavramının geçirdiği aşamaları, anlamını ve bugünkü sorunlarını yetkin biçimde analiz ediyor. Ama bizim de aklımıza hemen ırkçılığın olmadığı öne sürülen kendi bağlamımızda ulusun ve halkın açık veya örtük olarak nasıl tanımlandığı meselesini getiriyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin halkı kurucu babaların tanımladığı gibi gerçekten sınıfsız, cinsiyetsiz, etnik ayrımsız ve ayrıcalıksız bir bütün mü? Kim bu kavramın içinde, kim dışında sayılıyor, kim makbul, kim değil?  Kendimize bu soruları sormadan, bu metni okumamız mümkün değil.
 
Kitapta ilk bakışta Almanya için önemli olan ama bugün her bağlamda can alıcı ve birbirleriyle bağlantılı olduğunu düşündüğüm  “anti-semitizm”, “siyonizm” ve “soykırım” kavramlarının izini süren metinler de yer alıyor. Her üç metin de, özellikle günümüzde İsrail’in Gazze saldırısı karşısında yaratılan kutuplaşma ikliminde dikkatle okunması gereken, son derece akıl açıcı ve, altını çizmek istiyorum, cesur incelemeler. 
 
Amos Goldberg’e göre, yadsınması mümkün olmayan somut ve tehlikeli bir olgu olarak anti- semitizm, özellikle 1990’lardan itibaren İsrail’in insan hakları ve uluslararası hukukun kitlesel ve iyi belgelenmiş ihlallerini içeren işgal zulmüne yönelik eleştirilere karşı koymanın ötesinde, Siyonizmin doğasına yönelik eleştirileri bertaraf etmek için güçlü bir silah haline gelmiştir. Maalesef bugün varılan nokta bu yaklaşımın tehlikelerini fazlasıyla doğruluyor.”
 
Ranan: Ortadoğu’da her iki tarafın tutumu da ‘çok sert’
 
Basın, akademi ve kültür dünyasından davetlilerce merakla izlenen oturumda, İsrail - Filistin meselesi üzerine tekrar görüş bildiren, 1933’te ailesi ile Almanya’yı terk edip, Filistin’e yerleşen ve ardından yaklaşık 40 yıldır Londra’da yaşayan Dr. David Ranan ise, Berktay’dan gelen yorumlar ardından şu açıklamalarda bulundu:
 
“Her iki tarafın da bugünkü tutumu, oldukça serttir. İsrail’de bugün herhangi bir konuda konuşabilmek bile, çok ama çok zor hale gelmiştir ve sol cenahta olduğunu bildiğim, tanıdığım insanlar bile bugün, başka bir tarih yazımını duymaya bile artık hazır değiller. Oradaki insanlar bugün korku içindeler. Bizim de bugün ‘hakikat’ ile siyaset arasında bir ayrım gözetmemiz gereklidir.”
 
Ardından söz alan Fatmagül Berktay ise, toplantıda “Hangi hakikat?” konu başlığı ile yöneltilen bir soru üzerine ise şu çarpıcı yorumu yaptı: “Halkların ulusların yaklaşımında sağduyu çok önemlidir. ‘Büyük harfli hakikat’ olmadan yaşamak gerekiyor. Bugün birçok grup, yalnızca kendi ‘yankı odaları’nda sağırlaşmış bulunuyor. Bu da, günümüzün meselesi.”
 
Berktay’dan laiklik ve Türkiye analizi
 
Etkinlikte ayrıca, Dr. Ranan editörlüğündeki kitaba ‘Laiklik’ konusundaki metniyle katkıda bulunan Aydın Cıngı’ya göndermede bulunan Berktay, Türkiye’de laikliğin günümüzdeki manzarasını ve tarihsel okumasını ise şu sözlerle yaptı:
 
“Türkiye’deki laikliğin en çarpıcı boyutlarından biri, Şeriye ve Evkaf Vekâleti’nin kaldırılmasından hemen sonra, Diyanet İşleri Reisliği’nin kurulmasıydı. Laik Kemalistler, din ile devleti ayırdıktan sonra, dini yeniden devlete bağlamış oluyorlardı. Bu olgunun, hem laikliğin hem de demokrasinin liberalleşmesi önünde bir engel teşkil etmiş olduğunu düşünüyorum.
 
Modernleşme sürecinde ulusçuluk, din ile rekabete girer ama bu, dinin tümden dışarıda kalması anlamına gelmez. Bazı uluslarda az çok devrimci yollarla gerçekleşen laikleşme süreci bazılarında hızlı yapılmak zorunda kalınca, liberal laisizmdeki gibi din karşısında nötr kalmak yerine, Türkiye’de olduğu gibi dinin denetimini elde tutarak devletin güdümüne alma yoluna gidilir. 
 
Ne var ki, din, devletin kurumsal denetiminde olduğu zaman her türlü rejimin payandası haline gelebiliyor. Nitekim daha en baştan genel bütçeden destek gören, 1961 anayasasıyla genel idare içindeki anayasal bir kurum haline gelen Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bugün geldiği nokta, devlet içinde çok zengin ve nüfuzlu bir saltanat makamı olarak siyasal İslam’ın elindeki bir iktidar aracına dönüşmesi oldu. (Kime niyet, kime kısmet??!) 
 
Türkiye’de laiklik esas olarak hukuk alanında, anayasada ve yasalarda kendini gösterse de demokrasi ve kadınlar açısından büyük bir kazanımdı ve bugün yine en çok kadınlar tarafından savunulması da tesadüf değil, çünkü tartışma sürgit esas olarak kadınların denetlenmesi ve cinsiyet eşitliği etrafında cereyan ediyor.”
 
Editör Dr. David Ranan kimdir?
 
David Ranan 1933 yılında Almanya’yı terk edip Filisin’e yerleşen bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. İsrail’de büyüdü, öğrenim gördü ve iktisat bilimcisi olarak meslek hayatına başladı. Yaklaşık kırk yıl önce Londra’ya taşındı, taşındıktan birkaç yıl sonra öğrenimine devam etti ve kültür ve siyaset bilimleri alanında doktorasını tamamladı.Ranan Almanya ve İngiltere’de yaşamını sürdürüyor. Almanya’da yayımlanan kitapları: SPRACHGEWALT: Missbrauchte Wörter und andere politische Kampbegriffe, (Hg.) (Dietz Verlag, 2021) Muslimischer Antisemitismus – Eine Gefahr für den gesellschaftlichen Frieden in Deutschland? (Dietz Verlag, 2018) Die Schatten der Vergangenheit sind noch lang – Junge Juden über ihr Leben in Deutschland, (Nicolai Verlag, 2014) “Ist es noch gut für unser Land zu sterben?“ – Junge Israelis über ihren Dienst in der Armee, (Nicolai Verlag, 2011)