Milliyet Sanat
Milliyet Sanat » Haberler » Diğer » Geleneksel sanatın geleceksel deneyimi

Geleneksel sanatın geleceksel deneyimi

Geleneksel sanatın geleceksel deneyimi18 Mayıs 2025 - 03:05
Üçüncü Yeditepe Bienali, iki küratörün imzasıyla üç tarihi mekânda sürüyor. 18 Haziran’a kadar her gün 11:00 ve 19:00 arasında, ön kayıt ile ücretsiz izlenen “Gölge Varsa Işık da Var” temalı bienale 30’u yabancı 263 isim katılıyor. Bienalde resim, heykel, yerleştirme, mimari, grafik tasarım ve dijital sanatın olanakları, geleneksel sanatın kültür, inanç, tarih ve insanı işleyen türlü üslûp ve metinleriyle sentezleniyor. Bienal küratörlerinden Fatih M. Ömeroğlu, Milliyet Sanat’a verdiği röportajda T.C. Cumhurbaşkanlığı himayesindeki projenin gerekçesini özetlerken “Yeryüzündeki bütün geleneksel sanatların altına baktığınız zaman, hepsinin altında bir kutsallık yatar. Dansın çıkışından, büyüden, Yunan tiyatro oyunlarından bugüne, hep derdini anlatma ve insanı büyüleme çabası vardır. Ama günümüzde bu, çağdaş sanat adı altında biraz ucuzlaşmaya başladı. Bizim derdimiz, bu kültürü hak ettiği gibi anmak istememizdi,” mesajını veriyor.
EVRİM ALTUĞ
evrimaltug@gmail.com 
 
T.C. Cumhurbaşkanlığı himayelerinde hayata geçen İstanbul Uluslararası ‘Yeditepe Bienali’nin üçüncüsü, bu kez de Yedikule Hisarı, Sirkeci Garı ve Ambarlar bölgesi ile, İstanbul Çemberlitaş’taki Nuruosmaniye Camii’nin Kapalıçarşı’ya inen bölümündeki mahzende sürüyor. 
 
Hatırlanacağı gibi ilki 20’nin üzerinde tarihi, endüstriyel ve geleneksel mekânda “Senin Bir Sanatın Var” teması ile 2018’de düzenlenmiş Yeditepe Bienali ve ikincisi de, Fatih Belediyesi ve Klasik Türk Sanatları Vakfı iş birliği ile çeşitli grup sergileri, tematik sergiler, koleksiyon sergileri ve kişisel sergileri izleyiciyle buluşturmuştu.
 
Açılışı, 20 Nisan’da Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından, T.C. Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy ve Fatih Belediye Başkanı Mehmet Ergün Turan’ın da katıldığı kalabalık bir izleyici topluluğu tarafından yapılmış üçüncü Yeditepe Bienali, tüm mekânlara dağılan 215 yapıt ve 263 sanatçının imzasıyla 18 Haziran’a kadar, ücretsiz ve haftanın yedi günü, saat 11.00-19.00 arası izlenebiliyor.
 
 
“Gölge Varsa Işık da Var” teması ile hayata geçirilen üçüncü bienalin küratörlüğünü, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi (MSGSÜ) Geleneksel Sanatlar Bölümü çıkışlı Fatih Ömeroğlu (Sirkeci Garı ve Ambarları) ile Furkan Türkyılmaz (Nuruosmaniye Camii Mahzeni) üstleniyor. Ücretsiz bienalin gezilebilmesi için, etkinliğin kurumsal İnternet sitesi veya bienal mekânlarında oluşturulmuş kayıt noktalarında işlem yapılması yeterli oluyor. 
 
Filistinlilerin acısına Gar’dan bakışlar
 
Sergi noktalarında, ziyaretçilere birer sergi haritasının da takdim edildiği bienalin ağırlıkla ‘ışık ve gölge’ ilişkisini gözle görünür kıldığı tarihi Sirkeci Garı ve Ambarlar noktasında, daha ilk metrelerde TCDD Müzesi’ne komşuluk eden dramatik bir yerleştirme dikkat çekiyor. 
 
Ziyaretçi ve yolcuların bekleme salonuna komşuluk eden hatta kedilere de yuvalık eden bu mağaramsı yerleştirme Enes Hakan Tokyay imzasını taşıyor. “...Sadece İsimler Değişiyor” isimli çalışma aslen garın peronlarına bakan büyük bir yuvanın çarpıcı yıkıntı deliği ile etkisini artırırken çalışmada Filistin’de hayata veda etmiş, çoğunluğu küçüklerin isimleriyle kaplı duvar kayda geçiyor. 
 
 
Enes Hakan Tokyay, “...Sadece İsimler Değişiyor”
 
 
Enes Hakan Tokyay, “...Sadece İsimler Değişiyor”
 
Turkcell ve THY ana sponsorluğu ile hayata geçirilen bienali meydana getiren çalışmaların büyük bölümünde, sanatçıların eserleri hakkında kaleme aldıkları kavramsal metinler başı çekiyor. Özellikle felsefe, tasavvuf kültürü, din ve kültür sanat ile gelenek mirasına yönelik, tıpkı Rümeysa Zeynep Kurtuluş veya Dilek Yerlikaya’nın çalışmalarındaki gibi çok sayıda referansla hayata dair merak ve albenisini artıran künyeler, izleyicilerin eserlerle aralarında oluşabilecek mesafeyi de gideren bir tavrın manyetik belgesi oluyor. Sözgelimi “...Sadece İsimler Değişiyor” çalışmasıyla sanatçı Enes Hakan Tokyay izleyiciyle yapıtını özetle şöyle tanıştırıyor:
 
“...Tarih boyunca savaş, yalnızca cephelerde değil, zihinlerde de sürdürülmüştür. İktidarlar ve medya, savaşın haklılığını kanıtlamak, işgali meşrulaştırmak ve direnişi bastırmak için gölgeler yaratır. Büyük medya kuruluşları, mağduru suçlu gösteren anlatılar inşa ederek küresel vicdanı uyuşturmaktadır. Noam Chomsky’nin ‘Rıza Üretimi’ kavramıyla açıkladığı gibi, savaşın en güçlü silahlarından biri, bilgi üzerindeki kontroldür. (...) Sanat, suskunluğa karşı bir direniş biçimidir. Bu sergide yer alan eserler, yalnızca savaşın yıkımını değil, aynı zamanda direnişin, umudun ve hakikatin gücünü de anlatıyor. Bizlere sunulan gölgeleri gerçeklik sanmaktan vazgeçme zamanı geldi. Filistin halkının mücadelesi, yalnızca onların değil, tüm insanlığın sınavıdır. Özgürleşme, hakikati görmekle başlar. Ve sanat, gözleri görmenin en güçlü yoludur.”
 
Hazırlıkları sürecinde içinde bir yeraltı mekânı daha keşfedilen Sirkeci Garı Ambarları’ndaki sergiler, sanatçıların bienal teması ve ele aldıkları kavramların maneviyatlarına gösterdikleri sadakat ve saygının da etkisiyle, tüm atmosferin duygu ve algı kozmetiğinde rol oynuyor. Bu kapsamda örneğin, Büşra Nebioğlu’nun Şeyh Gâlip’e gönderme ile ikram ettiği, üç boyutlu bir minyatür sıcaklığı da taşıyan illüzyonik “Pervane” yerleştirmesi, İslâm sanat hafızasında ışığın sembolizmine çağdaş bir tercüme etkisi taşıyor. 
 
 
Büşra Nebioğlu, “Pervane”
 
İslâmi referanslarla kozmik yorumlar
 
Ya da yine Sirkeci Garı Ambarları’nda Gülnihal Gül Mamat imzasıyla izlediğimiz, Kur’an-ı Kerim’e gönderme ile Ra’d Sûresi, 28’i  (Kalpler, ancak Allah’ı anmakta huzur bulur) referans ile sunulan “Vakt-i Zikir”, kozmik ve metafizik varlık ve zaman deneyimine hem kadın eli değdiren nezaketi hem de konuya gösterdiği mimari ve tasarımsal duyarlık ile artı değer kazanıyor. Mamat’ın aktardığına göre, eser “33 tespih tanesinden ilham alarak oluşturulan dairesel formuyla, hem insana hem de evrene dair anlam yüklü döngüselliği ve sürekli dönüşümü izleyicisine sunmayı hedefliyor.”
 
 
Gülnihal Gül Mamat, “Vakt-i Zikir”
 
Bu esere referansla kuşku yok ki bienali gezen izleyici, bienale iz bırakan her on eserden beşinde sergilenen yapıtların ola ki manevî veya kitlesel maksatlı mimari, çağdaş projeler ve dahi kamusal alanlarda nasıl kalıcı olarak sahiplenebileceği sorusunu sormayı birer takdir nişanı misali atlamıyor. 
 
Sekiz yaşında bir bienal sanatçısı: Mila Vergili
 
Şimdiden bienalin yıldızı haline gelen bir diğer sanatçı ise, dünyada acı çeken çocuklarla kurduğu pembe balerinli umut empatisi ile, yine ayrı bir yere konulacak “Gölgede Umut” adlı yerleştirmesi ile, sekiz yaşındaki Mila Vergili olarak kayda geçiyor. Vergili, eserini izleyiciye şöyle ikram ediyor: “Bazı çocuklar güneş gibi parlar dünya etraflarında neşeyle döner / Bazı çocuklar karanlıkta kalır / Dünya dönerken gölgede kalan bu çocukları görebilir misiniz? / Çocuklar her renge boyalıdır güneşte açığa çıkar renkleri / Bizleri kapkara kalplerin gölgesinden koruyabilir misiniz ?”
 
 
Mila Vergili, “Gölgede Umut”
 
 
İnancın, bariz bir yaratıcı ve yorumlayıcı pusula olarak kültür ve sanata ağırlık koyduğu, gelenek ve geleceğin birbirinin elini dostça tutmasına özen gösteren ‘geleceksel’ bir etkinlik olarak tarif edilebilecek bienalin Sirkeci Garı’ndaki yine aynı mekânında bir ‘ilk’ daha, bu esere komşuluk eden, Ali Rıza Özcan imzalı “Vaktin Sesi” yerleştirmesi oluyor. Türkiye ve dünyadaki çağdaş camii örneklerine selam verircesine, bir camii duygusuyla tasarlanan, Hafız Bekir Büyükbaş’ın okuduğu ezanla akustik olarak yıkanan 1 mt. boyunda ve 3.20 mt. çapındaki minare ve kubbe ruhlu yerleştirmenin silindirik yüzeyinde, farklı hat örnekleriyle göğe yükselen ezan yazıları monokromik olarak öne çıkarken, yerleştirmenin panoramik iç cephesinde, günün farklı saatlerine renkçi referansla yine ezanın farklı hat örnekleriyle görselleştirilmesi söz konusu oluyor. Akla Hat üstadı Emin Barın’ı getiren eser hat sanatı tarihinde levhalar şeklinde ilk defa yazılan ezan olarak kayda geçen yapıt olmasıyla da ayrıca not ediliyor.  
 
Soru: “...eskisi gibi ilham olmanın vakti geldi mi?”
 
Öte dünya ve evren algısını soruşturan nice yapıtla zenginleşen bienalin Sirkeci Garı’nda izlenen bir başka yalın ve derin çalışması ise Kemal Beykoz’dan geliyor. Sanatçı eserinde mum ışığı ve gölgesi ile onun cüssesi arasındaki varoluşçu irtibatı estetik ve duygusal olarak tartışırken yine aynı mekânda yapılan bir diğer tartışma ve sunumda ise Hilal Arpacıoğlu öne çıkıyor. Arpacıoğlu, ‘Mümkün Kılmak’ isimli düzenlemesinde, 50’ye yakın sanatçının yapıtlarını izleyicilerin belleğine şırınga ederek,özetle şu sanat tarihsel tartışmayı başlatıyor:
 
“Batı sanatı merkezli bir sosyal tarih üzerinden, 19. Yüzyıl’da inşa edilen ‘Modern Sanat’, Batı’nın sanatta daha özgür ve zamansız olma arzusu ile ortaya çıkmıştır. Doğu’nun yüzyıllar öncesinde yakaladığı görme biçimi, stilizasyon ve özgünlüğün arayışı ile 19. Yüzyıl’da ortaya çıkan “Çağdaş Sanat Akımları” resim boyutunda, Doğu sanatının alışık olduğu bir düzendir. Kübizmi bir Hat levhasında, sürrealizmi bir minyatürde, realizmi bir tezyinatta görememek neredeyse imkânsızdır. Geçmişte, bu zamansız, özgür ve özgün sanat anlayışını yakalamış bize ait yüz binlerce eser bugün hâlâ kütüphane ve müzelerde sergilenmekte, Doğu’nun bu bakışı, Batı’ya ilham olmaya devam etmektedir. Peki, artık öykünmeyi bırakıp, yine eskisi gibi ilham olmanın vakti geldi mi?”
 
Çok sayıda kadın sanatkârla zenginleşen bienalin bu alanındaki turumuza devam ettiğimizde gördüğümüz bir diğer çalışma “Nur’un Yansımaları” ise Melek Naldemirci Kaya’nın imzasını taşıyor. Kaya da mekânın aşkın karakterini perçinleyen hat sanatı odaklı, Hz. Muhammed’i merkeze alan kızıl yerleştirmesini Kur’an-ı Kerim’e yaslayarak, Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hüseyin gibi kutsal figürlere gönderme yapıyor.
 
 
Melek Naldemirci Kaya, “Nur’un Yansımaları”
 
 
Melek Naldemirci Kaya, “Nur’un Yansımaları”
 
 
Yansıma meselesi, yine Sirkeci Garı alt ambarında keşfettiğimiz ‘Kırıl-Ma Noktası’ düzenlemesiyle, sanatçı Bahareh Gencer’in de bienale getirdiği bir yorum kaynağı halini alıyor. Bu vesileyle bienalin verdiği önemli katkılardan biri de büyük çoğunluğu eski dillere ve kuşkusuz Arapçaya yabancı ziyaretçilere, bu kültürün taşıdıkları üzerinden eser künyeleriyle verdiği tarafsız, akademik ve doyurucu bilgiler olarak not edilebiliyor. 
 
Bursa Ulu Camii’nin yıldızlı minberine gönderme
 
Bienalin tasavvuf kültürü üzerinden giriştiği bu araştırmacı tavra bir diğer örneği de, sanatçı Usame Varol’un seslendirmesi ile deneyimlenen dijital yerleştirmesi ile Tuğba Alioğlu yapıyor. “Kuantum Döngüsü” isimli 360 derecelik çalışma, Şems sûresine referansla, izleyenin âlem karşısında sükûn ve sadakatle eğilerek geçtiği bir kozmik maket içinde canlanıyor. Eser, zaman, mekân ve âlemler üzerindeki duruşumuza, yaratanı tebrik eder alternatif bir güzergâh ve perspektifler üzeri, bir yaklaşım katma merakıyla kaplanıyor. 
 
Bu araştırmacı anımsatma tavrına haiz bir değerli küratöryal yerleştirme ise “Aynısiyle Farklı, Farklısıyla Ayni” başlığı altında, Bursa Ulu Cami’nin kozmik pozisyonuyla sanat tarihine mal olmuş minberinin yeniden canlandırılmasında kendini gösteriyor. 
 
 
İsimsiz, “Aynisiyle Farklı, Farklısıyla Ayni”
 
Sergideki bu kozmik, 360 derecelik ve hülyalı iklimi besleyen bir diğer çalışma ise Serap Onur’dan geliyor. Sanatçı ışık ve gölgeyi malzeme ettiği ve doğanın suretlerine flora ve fauna üzerinden minyatür ve gölge oyunu sanatlarına selam verdiği eserine “Dönence” adını verirken, çalışma bir materyal olarak zamanı kullanıyor. Eserin kuşlara öykünen ‘doğal müziği’ne ise sanatçının oğlu Arvin Matalon imza atıyor. Bu gayret, sergide ışık, gölge ve anlam arasındaki eleştirel bereketin peşine çağdaş teknolojik olanaklarla düşen Ömer Faruk Dere’nin “Saf Derinlik” isimli düzenlemesiyle de akılda kalmayı başarıyor. 
 
İstanbul’un ‘Saklı Hakikat’i olarak günışığına güzelleme
 
Bienalin aynı mekândaki bir diğer araştırmacı yerleştirmesi ise yine Kur’an referansı ile Târık Suresi 3. ayet üzerinden “O, ışıklar saçarak karanlığı delip, geçen bir yıldızdır,” ifadesini bize pusula ediyor. “Saklı Hakikat” isimli eserde Volkan Kaleli pikselleşip yeniden şekillenen dijital ve gerçek zamanlı İstanbul imgeleri ile ışığın madde ve manaya şekil ve anlam veren kudretini muhasebe ve münazara ediyor. Eser, tüm güncel ve teknolojik olanaklarıyla izleyiciyi avlarken, asıl ikramını ise finalinde yapıyor. 
 
 
Volkan Kaleli, “Saklı Hakikat”
 
Daha önce de değindiğimiz mimarî, tasarımsal ve uhrevî ifade kavşağını değerlendiren bir diğer bienal sanatçısı ise yine Sirkeci Garı Ambarları’nın alt alanında izlediğimiz Sinan Doğan oluyor. Doğan oldukça yalın bu eserinde yansıma, suret, asıl ve algılama gibi anahtar unsurları, izleyici nezdinde bereketli birer kilit gibi dönüştürmeyi de başarıyor. 
 
Bu imge ve metin ilişkisini araştıran bir diğer sanatçı, Gürcan Mavili ise, “Amel Defteri” olarak hayata bitimsiz bir biçim verebilmen imkânlarını tartışıyor. Beynelmilel bir ‘selfie’ lezzetli bu defter, günlük hayattan şırıngalanan imge ve seslerle de bütünleşirken, sanatçı eserini Şeyh Galip’e gönderme ile izleyiciye şöyle ikram ediyor: “Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen. / Merdûm-i dîde--i ekvân olan âdemsin sen.”
 
Yapay zekânın Hacivatı, geleneksel zekânın Karagözü
 
Bienal turumuzu ışık ve gölge refakatiyle sürdürürsek, Fatma Büyüksofuoğlu’nun Kâbe’ye göndermeli ‘Tavaf’ı yine zaman ve mekâna, oradan insanın ilahi yazgı çizelgesine geometrik, soyut ve kültürel tarihsel bir iltifat olarak tecrübe edilirken, bu çalışma gibi, bir diğer geleneksel enstrüman da mahyaları grafik bir iletişim kaynağı olarak yeniden dönüştüren Ece Oğuz’dan geliyor. 
 
Yine aynı alanda izlediğimiz, sanatçı Usame Varol imzalı bir diğer ‘geri dönüşüm’ çabasında ise “New İcat” başlığıyla Karagöz ve Hacivat bizimle karşı karşıya geliyor. Varol burada, Karagöz’ün klasik imgesine binaen, yapay zekâ olanaklarıyla Hacivat’ın olası fotogerçekçi imgesini, ön ve arka ışıktan kaynaklı halde aynı zeminde karşı karşıya getirerek, imgesel ve sosyal bir münakaşaya hepimizi tanık kılıyor. Karagöz ayrıca, yine çok zengin bir yorumlama kaynağı olarak Cengiz Samsun’un bir diğer sunumuyla da tüm gerçeküstü olanaklarını gözler önüne seriyor. 
 
 
Usame Varol, “New İcat”
 
3. Yeditepe Bienali’nin tüm sergileme projeleri gibi izleyiciye verdiği en kıymetli armağan, nüfusu 30 milyona dayanan kültürler kazanı bu tarihsel, miras kentte nice sürprizlerin hala gizli olduğunu bize müjdelemesi oluyor. 
 
Böylesine kalabalık bir kentte, bu kadar uhrevi deneyimleri hem ortalıkta hem de bu kadar gizlenmişçesine vadetmesiyle bile takdiri peşinen hak eden bienal, yakın gelecekte T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından da kültür ve sanata tahsis edilecek tarihi Gar’ın neler vadettiğine ilişkin son derece umut verici tecrübe delillerini art arda sıralıyor. Bilindiği gibi İstanbul, bu türlü üretken deneyleri – İKSV’nin İstanbul Bienali ile sunduğu ve daha sonra Yeditepe Bienali’ne de kapı açmış - Ayasofya Müzesi (1987, 1989, 2012) ile Yerebatan Sarnıcı ve Feshane ile Aya İrini Müzesi ve Kapalıçarşı gibi nice tarihi, simgesel adresle de sunmuştu. 
 
Bu bakışla gezimizi sürdürdüğümüz 3. Yeditepe Bienali Nuruosmaniye Camii Mahzen ise, işte tam bu zenginlik ve sürpriz duygusunu barındıran değerli bir deneyim alanı olarak daha kayda geçiyor. Bu alanda, yapıtlarıyla Ömer Faruk Boyacı, Merve Arslan, Zehra Nur Kılıç, Ceyda Ece Kıymaz, Bahadır Emre Çelik, Faruk Erçetin, Hakan İsmail Şiriner ve Saadet Dilara Karasakız ile Muhammed Arif Aksu ve Ahmet Faruk Arslan yer alırken, mahzendeki serginin küratörlüğünü Furkan Türkyılmaz üstleniyor. Camiinin tabanı boyunca yayılan, yağmur sularıyla dolu ve depolama amaçlı olarak da kullanılan bu mistik alan, ayrıca sanatçıların anonim olarak ürettikleri yerleştirmelerle de, Yerebatan Sarayı’na selam veren büyülü etkisini artırıyor. Bu eksende mahzende kaçırılmayacak deneyim – yapıtlar arasında özellikle, tüm sanatçıların ortak çalışması “Hay”, Ömer Faruk Boyacı’nın kuşku ile kendini ifade yolu bulan düzenlemesi “Vech”, Merve Arslan’ın gündelik hayatın kara deliğine yaktığı görsel bir ağıt olarak tabir edebileceğimiz “Perde” yerleştirmesinin yanı sıra, yine tüm sanatçıların ilham kaynağıyla üretilen “Kadim” ışık yerleştirmesini anmak gerekiyor. Mahzen ayrıca sürprizleriyle, Ceyda Ece Kıymaz ve Zehra Nur Kaç imzalı “Hâb”, Emre Bahadır Çelik’in “Düş-Uş”, Ahmet Faruk Arslan imzalı “Gölge”, yine bir ekip işi olan “Meczup” ve Nil Aynalı’nın ekip işi “Kapı’” ile “Pınar”la da unutulmuyor.   
 
 
“Kadim”
 
 
Ahmet Faruk Arslan, “Gölge
 
Küratör Furkan Türkyılmaz: “...Tepeden inme müdahaleci bir tavırla değil…’
Küratör Türkyılmaz, bienal için kaleme aldığı sunumda, camii ile altındaki mahzen ve sanat eserleri arasındaki iletişimi özetle, şu yönleriyle vurguluyor: “...Nuruosmaniye Mahzeni’nin maddi ve maddi olmayan unsurları sanatçılarda tekrar tekrar yogˆrularak, meka^na ‘yer’les¸ilmeye c¸alıs¸ıldı. Meka^nla temas eden her sanatçı, yalnızca bireysel bir üretim sürecine değil, kolektif bir inşa pratiğine de dahil oldu. Sanatçılar, süreç¸ boyunca bir masanın etrafında toplanıp diyalog halinde yer’les¸tirmesine dair fikirlerini ortaya koydu. Bu yolla, enstalasyonlar kolektif u¨retim pratigˆi ile nihai noktada bir bütüne ulaşmış¸ oldu. Meka^nda tepeden inme müdahaleci bir tavırla degˆil, yer’den yukarı bir hareketle halihazırda olanın peşine düşüldü. Bu sayede, enstalasyonlar meka^n ile katılımcı arasında kalan degˆil, bütünde bir parça olup yer’les¸menin kaygısını barındırıyor, Nuruosmaniye Camii Mahzeni, bu bienalde bir sergi alanı olarak degˆil, insanın kendisiyle, meka^nla ve yaratıcıyla olan ilişkisinin üzerine yeniden du¨ş¸u¨nu¨ldu¨gˆu¨ bir tehassu¨s mekânı olarak karsımıza çıkıyor.”
 
 
Furkan Türkyılmaz
 
Küratör Fatih M. Ömeroğlu bienali Milliyet Sanat’a anlatıyor:
 
3. Yeditepe Bienali’nin diğer mekânı, Yedikule Hisarı ve Kubbeler alanında da, ziyaretçileri çeken meslektaşı Furkan Türkyılmaz ile çalışan küratör Fatih M. Ömeroğlu, Milliyet Sanat’ın sorularını şöyle yanıtlıyor.
 
 
Fatih M. Ömeroğlu
 
Öncelikle bu Bienalin genel manzarasını sizden öğrenmek istiyoruz. Açıklar mısınız?
 
12 bin kültürel miras eserinin bulunduğu İstanbul’da, bizim ‘Beyaz Küp’ kullanmamız biraz manidar olacaktı. Geleneksel sanatlar bienali olduğumuz ve yurt dışından da 30 katılımcımız olduğu için, izleyicileri gelenek ve tarihle buluşturmak, bu mekânları da seyirciye kazandırmak adına böyle bir anlatım yolu seçtik. 
 
Geçmiş bienallerin ürettiği istatistikler, üçüncüye nasıl bir zemin kattı?
 
Yatay büyümeyi sağladık. Bunu derken, kültür politikalarına baktığımızda gördüğümüz bu ‘yatay büyüme’ her yere kadar nüfuz etti. Eskiden gelenek sanatlara böyle bakılmıyordu. Hatta zanaat olarak bakılıyordu. Ama şimdi bizim bu yaptığımız bienallerle bu kabul gördü. Artık üçüncü bienalle de enstalasyonlara dönmeye başladık. Geleneksel sanatlar, hem kitap sanatları hem mimarî sanatlar olarak geçer. Ama kitaptan çıktı, çerçeve girdi, şimdi artık buradan da çıkıp enstalasyona döndü. Artık bundan sonrası ne olur, bunu da, bizden sonraki arkadaşlarımız nasıl tasarlarlar o zaman göreceğiz. 
 
Bienalin kurumsal internet sitesi (www.yeditepebienali.com ) oldukça verimli ve geçmişe dönük belgesel bir nitelik taşıyor. Tüm eserlerin metinleri, katalog yazıları ve görselleriyle bu manzaraya baktığımızda, İKSV çıkışlı İstanbul Bienali’nin 40 yıla dayanan güncel sanat mirasını da düşünürsek, Batının ürettiği Doğu - Batı ayrışması, ya da Oryantalizm gibi bitmek bilmeyen argümanlar da bu bienalin oluşumunda ne derece etkili oldu? Geleneksel sanatların, güncelin içinde kendine bir ifade, irade veya muhalefet aracı olarak değer bulması adına bu bienal kendine özgün bir model yaratmaya mı çalışıyor? Size göre Yeditepe Bienali’nin ‘karın ağrısı’ neydi ki böyle bir ‘ilaca’ ihtiyaç duydunuz?
 
Hemen tasvir edelim: Söz meşhurdur. Bilirsiniz, sizi diğerlerinden farksız yapmaya çalışan bir dünyada kendiniz olarak kalabilmek dünyanın en zor savaşını vermektir. Bu savaş da başladı mı bir kere, bitmiyor. Biz kendimiz olarak kalabilmek için böyle bir şeye başvurduk. Neden? Çünkü bu topraklar gerçek bir birikime sahipler ve bizim bunu tüm dünyaya göstermemiz lâzım. Bizim ‘karın ağrımız’ buydu. 
 
Farklı izleyici gruplarına ne kadar önem veriyorsunuz?
 
Bunlara, küratör olarak ben çok önem veriyorum diyebilirim. Nedeni hepsinin destekleyici, besleyici olmaları. Sadece sergiyi gezip gidelim ya da turistik bir sergi mekânı gibi burayı keşfedelim değil, en azından bu projelerle beraber derdimizi anlatma gayemiz var. Türk edebiyatından Anadolu felsefesinden, kadın haklarından, tasavvuf müziğinden, hepsinden burada bir parça mevcut. Örneğin burada, Sirkeci Garı’nda 27 tane enstalasyon bulunuyor.  Buradaki eserlerin tamamı, bienal konseptine özgün biçimde üretildiler. 
 
Bienalin kavramsal çerçevesinde, sanatın bu gibi alanlar ve konularda işlenirken ‘saygıyı elden yitirmeden’ ortaya konulması gibi bir ifade dikkat çekiyor. Bu kaygınızın karşılığını bir de sizden alabilir miyiz?
 
Yeryüzündeki bütün geleneksel sanatların altına baktığınız zaman hepsinin altında bir kutsallık yatar. Dansın çıkışından, büyüden, Yunan tiyatro oyunlarından bugüne hep derdini anlatma ve insanı büyüleme çabası vardır. Ama günümüzde bu çağdaş sanat adı altında - tabirimi mazur görün- biraz ucuzlaşmaya başladı. Bizim derdimiz bu kültürü hak ettiği gibi anmak istememizdi.
 
Bu bienal ortak küratörle düzenlenmiş. Meslektaşınızla ne gibi bir işbirliğine gittiniz? Tercihleri neye göre yapıyorsunuz?
 
Destek vardı, müdahale olmadı. Burada gördüğünüz Sirkeci Garı Ambarlar çıkışlı işler geleneksel çıkışlıdır. Nuruosmaniye’de göreceğiniz bütün işler, atmosferik işlerdir. Yedikule Hisarı’nda göreceğiniz işler ‘levha’ işlerdir. Aslında aynı başlık altında üç farklı konsept geziyorsunuz. 
 
Sirkeci Ambarları için, ben 500’den fazla dosya okudum. Bunlar için konuya uygunluk, teknik ve yeterlilik gibi ölçütler söz konusu oldu. Dördüncüsü de, tüm hikâyelerin aynı senaryo içinde olması gerekiyordu. Örneğin sekiz yaşındaki Mila Vergili’ye, çalışması için çok büyük bir ilgi alıyoruz. Ancak galeriler ve koleksiyonerler, söz konusu olan yerleştirmeler olunca çok fazla talepte bulunmuyorlar. Yerleştirmenin satışı bir tablo veya heykelinki gibi olmuyor. Ama bir yerleştirmeye talip iseniz o kavramı sahiplenmiş oluyorsunuz.  Ve bu kadar büyük işlerin de ne yazık ki koyulabileceği bir yer yok. Çünkü bize göre alınıp satılan, meta olduğu için buna çok fazla ilgi olmuyor. 
 
Bienalin geçmişi ve bugünü, Yerebatan Sarayı kadar, kutsal mekânlarda da yer verilen eserlerle dolu. Bu konuya sizin yaklaşımınız küratör olarak nasıl?
 
Bir mekânın kutsallığını, bizim ona biçtiğimiz anlamlar belirliyor. Fatih gibi bir yerde bienal yapıyorsanız, kutsal veya kutsallaştırılmış, ya da tarihi bir yerde bunu yapmak durumunda kalıyorsunuz. Ama bu yılki bienale baktığımızda, örneğin Yedikule Hisarı kutsal bir mekân değil. Altın Kapısı’yla kaç bin yıllık tarihi var. Sirkeci Garı Ambarları ise Doğu Ekspresi’nin geldiği son noktada bulunuyor. Burası, edebiyat tarihimiz için önemli bir nokta olabilir ama kutsal bir alan sayılmaz. Nuruosmaniye’nin mahzenine bakınca ise su için yapılması söz konusu. Ayasofya’nın da daha önce kullanıldığını biliyoruz.
 
Çanakkale, Mardin, Sinop, derken Edirne bienali de konuşulmaya başladı. Bu enflasyon sizce sevindirici mi? Bir şehre iki bienal çok değil mi?
 
Bence inanılmaz sevindirici. Neden, çünkü hem demokratik hem de sanatçı olduğunuz zaman galeriler size yer vermiyorlar. Zaten müzeye giremiyorsunuz, hepsinde bir ön yargıya çarpıyorsunuz. Ben, MSGSÜ Geleneksel El Sanatları Bölümü’nde Ali Alparslan’ın öğrencisiydim. İşte bu bienaller size bir fırsat sunuyor. Keşke her ilin kendine ait bir bienali olsa. Hem o şehir hareketlenir hem de başarılı sanatçıları tanıma olasılığı buluruz. 
 
Türkiye çağdaş sanat tarihinde geleneksel kültüre eğilen Erol Akyavaş veya Burhan Doğançay ya da Ergin İnan gibi isimler de var. Bunların sizdeki etkisi nedir ? Sanki bir kutuplaşma var ve bunu sizce ne yaratıyor olabilir ?
 
Olmaz olur mu! MSGSÜ Resim ve Heykel Müzesi’ne gittiğiniz zaman hepsini görüyorsunuz. Bugünkü çalışmaların hemen hepsinin buradan beslendiğini görebiliyorsunuz. Ama şimdi buna karşı bir korku, bir önyargı var. Gördüğünüz gibi, buradaki eserlerin hiç biri bizi ısırmıyor. Hepsi bizim kültürümüzün bir parçası. Sorduğunuz kutuplaşmayı üreten, tamamen siyaset. Artık hiç bir şey aramaya gerek yok. Sanat aslında öyle bir şey değil. Şeker Ahmet Paşa ilk resim sergisini açtığı zaman, biz Osmanlı dönemini yaşıyorduk. Biliyorsunuz, resimlerimizi yapan ressamlarımız ilk başlarda asker kökenlidir. Zaten tümü Anadolu’dan beslenmiştir. Atatürk’ün yurt dışına gönderdiği ressamlar da vardır. Bunlar da Anadolu’ya gitmişler ve bu gezileri resimlerinde kullanmışlardır. Hiç bakmayıp, Nuri İyem’in resimlerine baksanız bile bu yeterlidir. Oradaki o folklorik algı… Kopuş varsa, son dönemdedir. Zaten bize baktığınızda, Anadolu kültürü dediğiniz ta Sümerlere, Hititlere, Yunanlılara, İranlılara uzanır. Bizim de onlara verdiğimiz etkiler vardır ve bu yüzden, bunu da tek bir kültür değil, kültürlerin beşiği gibi düşünürsek daha uygun olacaktır. Bu bienalde ilk defa geleneksel sanatlar kökenli bir küratörle çalışılıyor. 
 
Sirkeci Garı da gelecekte diğer mekânlar gibi kültür ve sanata tahsis edilecek. Bu konudaki umut ve kaygılarınız neler?
 
Garın T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’na geçtiğini biliyoruz ki bu bizim için son derece sevindirici. En azından, özellikle böyle mekânlara 40 yıldır hiç girilmemiş olduğunu biliyoruz. Buradan sekiz kamyon moloz çıkardığımızı da alt katın oluşumu sırasında belirtelim. 
 
Çağdaş sanat, fuar ve bienalleriyle Ortadoğu için de büyük bir yatırım ve merak aracı. Bu anlamda Abu Dabi Sanat Fuarı veya Sharjah Bienali’n ya da Körfez ülkelerindeki Avrupalı müze şubelerini anabiliriz. Bu modellerin sizdeki yansıması ve beklentileri neler? Yeditepe Bienali bu noktada alternatif bir adres oluşturmaya gayret içinde diyebilir miyiz?
 
Evet böyle deriz. Şu an samimi konuşmak gerekirse tam da bunun tohumları atılıyor. Tam o kıvama gelmedi. İlk bienale baktığımızda pasaporta bakmadık, herkese davet gitti. Bu bienale gelenlerin çoğu ise reddedildi. Artık seçici olmaya başladık. Sayı şu an için o kadar önemli değil. Burada geleneksel sanatlar anlamında çok büyük bir enerji ve potansiyel var. Ama bunun doğru yönlendirilmesi de gerekiyor. Bunun için de bizim hiç acımadan eleştirmemiz gerekiyor. Ama kimse bulaşmak istemiyor. ‘Geleneksel’ tabiri sadece tanımlamak için kullanılıyordu! Sonradan bambaşka bir tarafa döndü. Aslında sanatın geleneksel olmayanı mı var? Resim sanatına baktığımız zaman bin yıldır var. Senden 20 kat daha geleneksel! Ne yazık ki yine bunu bize Batı öğretti. 
 
Bienaldeki bu adreste karşılaştığımız rehber panellerde çok sayıda referans ve yoğun bir metin birikimi var. Bu tavrınız nereden ileri geliyor?
 
Bunu ben bilerek istedim. Çünkü buradaki işlerin hepsi ‘geleneksel’ üzerinedir. Yani ‘usta’yı ne kadar iyi tekrar ederseniz, o kadar iyi iş yaptığınız düşünülür. Bu yüzden sanatçılar, işlerine bir ay çalıştılarsa, doğru şeyi yakalayabilmek için metinlere iki ay çalıştılar denebilir. 
 
Sanatçılar birbirleriyle nasıl irtibat kurdular? Teklifler size nasıl ulaştı?
 
Hepsini bir araya getirip ışığı, gölgeyi kimin nasıl anlatacağını sorgulattım. Bir gün kavga ettirdim diyebilirim! Sanatçıların yolladıkları fikirleri daha çok önemsiyorum. Benim ilk baktığım fikirleri oluyor. Uygunlukları, konuyu anlayıp anlamadıkları, fikri nereden yakalamışlar, nereden, nasıl bakacaklar? Tamam, çok iyi fikirle gelebilen de oluyor ama bunu çözemeyebilen de olabilir. O zaman bu iş o sanatçının işi olmuyor. 
 
Sirkeci Garı’ndaki eserlerin deneyimi sırasında yaşadığımız sükunet, tüm bienal için de geçerli mi oldu? Öyle ise kaygınız neydi?
 
Biz bienal özelinde ‘vakti geldi mi?’ diye bir soru soruyoruz. Çünkü ışık ve gölge meselesinde, ‘gölge varsa, içinde ışık da vardır’ üzerinden düşündüğümüzde, ışığın yokluğu ve varlığını bize duyumsatan kavram gölgedir. Gölge bizde vakti belirler ki bir şeyi belirlerken vakti geldi mi diye sorarız. Tüm Anadolu’ya gittiğimizde bu böyledir, keza öğlen, ikindi vakti diye namaz, oruç ve haccın vakit ile alakalı olduğunu biliriz. Eyvallah, İslâm sanatları ama ışık ve gölge hiç kullanılmamış. 
 
İşte biz de bu noktada, ‘Artık bunların vakti geldi mi ?’ diye sorma ihtiyacı duyduk. Buradaki havayı da bu oluşturdu. Tüm sanatçılar, buradaki eserlerini ‘vakti geldi,’ diyerek yaptılar. Aslında bu bir başkaldırı. Bir isyan. Sizin bin yıllık dediğiniz bir geleneğe karşı “arkadaşlar bakın, bu iş böyle de anlatılabiliyor, bizim bunu anlatabilmemiz için, yabancılaşmamız gerekmiyor; kendi kültürümüzden de bunu çıkarabiliriz” gibi bir anlamı bulunuyor. 
 
Bildiğiniz gibi bizde Osmanlı’dan günümüze özümsenmiş klasik bir camii modeli var. Ancak öyle çağdaş modeller de var ki, örneğin Ağa Han 1995 ödüllü, Çinici Mimarlık imzalı TBMM Camii ya da Emre Arolat’ın Sancaktar Camii. Dolayısıyla burada izlediğimiz gibi eserlerin de kendilerine böylesi manevî ama çağdaş mekânlar bulunabileceği düşünülemez mi?
 
Ben okulda öğrencilerime şunu soruyorum: Arkadaşlar biz Mars’a gitmekten bahsediyoruz. Peki oraya gittiğimizde Selimiye’yi mi yapacağız? Buna hazır olmamız lâzım. Burada özüne ters düşmeme kaygısı var. Elbette kalkıp da Kıble’yi başka bir tarafa yapamazsınız. Ama bu çizgi içinde, bu doğrultuda yapmanız gereken başka türlü bir şey. Zaten minarenin yapımı, İslâmiyetin doğuşundan kaç yüzyıl sonraya rastlıyor. Ama bize her camide minare gerekiyormuş gibi geliyor. Emre Arolat bunu yapmadı. 
 
Bugün dini bütün kimselerin de ciddi birer koleksiyoner olduğu malumumuz. Ama buradaki eserlerden kimilerinin kamusal alanlara vakfedilmesi başka, değil mi?
 
Ama onlar hep ‘levha’. Burada topluma bırakmak gibi bambaşka bir dinamik var. O yüzden de biz aslında eleştiri bile alıyoruz!
 
Bilgi: www.yeditepebienali.com