Milliyet Sanat
Milliyet Sanat » Haberler » Diğer » Hafıza nesnesine dönüşen lekeler

Hafıza nesnesine dönüşen lekeler

Hafıza nesnesine dönüşen lekeler02 Eylül 2025 - 11:09
Sanatçı Mehveş Beyidoğlu’nun “Geçirgen” başlıklı kişisel sergisi, Kıbrıs’ın önde gelen çağdaş sanat galerilerinden Art Rooms Galeri’de sürüyor. Arkın Yaratıcı Sanatlar ve Tasarım Üniversitesi’nin (ARUCAD) ilk mezunlarından biri olan Beyidoğlu’nun sergisi kusursuzluğa takıntılı bir dünyada yaşanmışlığın, rastlantının ve doğallığın izlerini görünür kılıyor. 5 Eylül’e kadar süren sergiyi Beyidoğlu’yla konuştuk.
Art Rooms Galeri, ARUCAD’ın ilk mezunlarından Mehveş Beyidoğlu’nun “Geçirgen” başlıklı kişisel sergisini sanatseverlerle buluşturdu. 
 
Mehveş Beyidoğlu, “Geçirgen” sergisini oluşturan eserlerinde pas, boya, beden izleri ve gündelik yaşamın sıradan lekeleri aracılığıyla zamanla şekillenen, kontrol dışı, zaman zaman da kontrollü izlere odaklanıyor. Her bir leke, öznenin yani bedenin veya nesnelerin yüzeyine işlemiş bir anı, bir duygu ya da bir hikâye olarak izleyicinin karşısına çıkıyor. Bireysel geçmişin dokularını taşıyan bu izler kimi zaman bir yara iziyle, kimi zaman yerdeki bir kahve lekesiyle, kimi zaman duvarda kurumuş bir boyanın rastlantısal kıvrımıyla hayat buluyor. “Geçirgen”, yüzeylerin sadece fiziksel değil duygusal olarak da geçirgen olduğunu hatırlatıyor. Leke burada bir kusur değil, bir temasın sonucu; yaşama karışmanın, mekâna dâhil olmanın ve özgünlüğü kabul etmenin simgesi. İzleyici, sergide izlere bakmakla kalmıyor, içlerinden sızan yaşanmışlıkla karşılaşıyor ve özünün izine dönüyor. Her leke, her iz, bir katman daha açarak bir hikâyeyi, duyguyu, kimliği dışa vuruyor.
 
5 Eylül’e kadar süren sergiyi Beyidoğlu’yla konuştuk.
 
 
Mehveş Beyidoğlu
 
Girne’de bulunan Art Rooms Galeri’de açılan “Geçirgen” sergisi, izleri bir ifade biçimine dönüştürüyor. Bu serüvene başlarken sizi ilk harekete geçiren duygu ya da düşünce neydi?
 
İzlerle kurduğum bağ, dışsal mükemmellik arayışlarının beni yorduğu aynı zamanda içsel şeffaflığımın da eksik olduğunu fark ettiğim bir dönemde başladı. Kusursuzluk talebi, hayatın her alanına sinmişti; ama ben o yüzeydeki pürüzsüzlüğün ardında kocaman bir boşluk hissetmeye başlamıştım. Tam da o sırada, çatlaklarda, lekelerde ve silinmeyen izlerde başka bir hakikatin saklı olduğunu gördüm. “Geçirgen” bu farkındalığın ürünüdür aslında. İzleri bir tür güzelleme olarak ele almam, onları yalnızca bir kusur değil, varoluşun en samimi kanıtı olarak görmemle başladı.
 
 
Sergideki işler, kontrol ile kontrolsüzlük arasında salınan izlerle şekilleniyor. Sanat üretiminizde bu iki uç arasında nasıl bir denge kuruyorsunuz?
 
Benim işlerim genellikle kafamda bir soruyla başlıyor; üzerine düşünüyor, notlar alıyor ve planlı bir yön belirliyorum. Bu süreçte minimal ve kavramsal sanatın basit ama yoğun etkisini hissediyorum; form ve boşlukla oynayarak bir çerçeve kuruyorum. Ama malzemeyle denemelere başladığımda işler kendi ritmini buluyor. Boyanın akışı, yüzeyin tepkisi veya beklenmedik izler planı dönüştürüyor.
İstersem işleri kontrollü bir şekilde yönlendiriyorum, istersem bilinçli olarak malzemeyi ve süreci akışa bırakıyorum. Bu seçim, işin ruhunu ve dokusunu belirliyor. Planlı düşünce bana bir çerçeve verirken, akışa bırakmak işleri daha özgür ve canlı kılıyor. Soyut ve deneysel yaklaşımlardan öğrendiğim şey, sürecin içinde bu iki yaklaşımı bilinçli olarak kullanmanın işleri zenginleştirdiği. Bu buluşma noktası, işin kendi ritmini ve karakterini bulduğu an oluyor.
 
 
Serginiz gündelik hayatta göz ardı edilen lekeleri bir tür hafıza nesnesine dönüştürüyor. Bu yaklaşımı geliştirirken sizi etkileyen anılar ya da imgeler oldu mu?
 
Beni etkileyen asıl şey, bireysel anılardan çok, fark ettiğim zihinsel bir süreçti. Kusursuz olanın dayatıldığı bir çağda, görünmez ve bastırılmış olanın — yani izlerin, lekelerin, pürüzlerin — aslında daha sahici bir hafıza taşıdığı düşüncesi… İzlerin ve lekelerin bana hatırlattığı şey, her şeyin geçici olduğu ama hiçbir şeyin bütünüyle kaybolmadığıydı. O yüzden işlerimde bu izleri, silinmeyen ama dönüştürülebilen bir belleğin parçası olarak ele aldım.
 
 
‘Geçirgen’ ifadesi, yüzeylerin ve belki de kimliğin geçirgenliğini ima ediyor. Sizce geçirgen olmak bugünün dünyasında bir savunmasızlık mı, yoksa bir direnç biçimi mi?
 
Ben geçirgenliği sağlıklı bir açıklık olarak görüyorum. İnsan kendine ne kadar yakınsa, o kadar açık ve şeffaf olabilir. Bu açıklık, başkalarından ve çevreden gelen etkileri almak, gözlemlemek ve deneyimlemek anlamına geliyor. Ama bu savunmasızlık değil; tam tersine, aldıklarımızı sindirip kendi benliğimizle bütünleştirebildiğimizde, hâlâ kendimiz olarak kalıyoruz.
 
Bu, Heidegger’in ‘dünya ile ilişkide olma’ ve Merleau-Ponty’nin algısal açıklık fikirleriyle paralel. İnsan çevresine açık oldukça, deneyimleri özümsüyor ve bu sayede esnek ama sağlam kalabiliyor. Nietzsche’nin de vurguladığı gibi, başkalarından aldıklarımızı kendi gücümüze dönüştürmek, bir direnç ve kendilik pratiği aslında. Benim için geçirgen olmak, dış dünyaya kapı açmak ama kendi merkezini korumak demek; esnek, duyarlı ve sağlam bir direnç biçimi.
 
 
Ziyaretçiler bu sergide sadece eserleri değil, kendi izlerini de görmeye davet ediliyor gibi. İzleyiciyle kurmak istediğiniz bu karşılıklı temas sizin için neden önemli?
 
Benim için bu temas, işin tamamlanması gibi bir şey. İşler yalnızca benim deneyimimden ibaret değil; izleyiciye dokunduğu anda anlam kazanıyor. İzleyici bakarken kendi izlerini, kırılmalarını, küçük anılarını ve gündelik hayatın izlerini görüyor. Böylece işler, kolektif bir aynaya dönüşüyor; hem ben hem izleyici sürecin parçası oluyoruz.
 
Merleau-Ponty’nin algı ve deneyim anlayışı burada devreye giriyor: İşler izleyiciyle etkileşime geçtiğinde tamamlanıyor, algı üzerinden yeniden şekilleniyor. Heidegger’in “varlık dünyasıyla ilişki” fikri de bunu destekliyor; izleyici işleri kendi dünyasıyla buluşturduğunda, iş sadece benim anlatımım olmaktan çıkıyor, hepimizin deneyiminden bir parça taşır hâle geliyor. Bu yüzden izleyiciyle kurulan bu karşılıklı temas, işleri canlı ve anlamlı kılıyor.