'İlk yönetmenliğimden gurur duyuyorum'
Oyunculuk kariyeri boyunca unutulmaz performanslarla anılan Kate Winslet, ilk yönetmenlik deneyimi “Goodbye June” ile bu kez farklı bir kimlikle çıkıyor seyircinin karşısına. Winslet’ın hem başrolünde oynadığı hem de yönettiği yapım, iyi hissettiren Noel filmlerinin aksine sert bir aile draması. Kate Winslet ile çekim süreci ve ilk yönetmenlik deneyimi üzerine konuştuk.
JANET BARIŞ
Fotoğraflar. imdb.com
Kate Winslet'ın ilk yönetmenlik deneyimi “Goodbye June” Netflix’te bugün gösterime giriyor. Helen Mirren, Toni Collette ve Andrea Riseborough’nun başrolleri paylaştığı filmde Kate Winslet ve Mirren'ın yanı sıra Toni Collette, Andrea Riseborough, Timothy Spall ve Johnny Flynn de yıldızlarla dolu kadroyu tamamlıyor. Film, Noel döneminde bir araya gelen dört kardeşin, annelerinin sağlık durumundaki beklenmedik bir değişiklikle sarsılmasını anlatıyor. Bu durum, kardeşleri ve sinir bozucu karaktere sahip babalarını karmaşık aile dinamiklerinin içine düşürüyor. Kate Winslet ile çekim süreci ve ilk yönetmenlik deneyimi üzerine konuştuk.
Bu kadar güzel ve dokunaklı bir filmi yapmak, ölüm ve aile hakkındaki bakış açınızı nasıl etkiledi?
Aslında bakış açımı değiştirdiğini söyleyemem. Ama kesinlikle insanların kayıp deneyimlerine kendimi daha bağlı hissetmemi sağladı. Biz oyuncular, prova sürecinde kendi kayıp hikâyelerimizi paylaştık. Senaryonun farklı bölümlerinde bizi etkileyen şeyler üzerine konuştuk. Bu film, insanların kayıp deneyimlerine daha da çok yaklaştırdı beni. Çünkü genelde kendi kayıp ya da yas deneyimlerimiz hakkında konuşmayız. Ailemiz hakkında da konuşmayız, özellikle böyle bir bağlamda. Bu yüzden film benim için bazı yönleriyle oldukça iyileştiriciydi.
Filmdeki anne figürlerinin hepsine biraz daha değinebilir misiniz? Hepsi birbirinden çok farklı. Mesela June hem bir anne hem de ölümü de dâhil olmak üzere her şeyi kendi koşullarıyla yaşayan biri.
Helen Mirren’ın performansını özel yapan şeylerden biri, June’un kusurlu yanlarını asla saklamaması. June, son anlarında bile inanılmaz dürüst hatta acımasız denebilecek kadar. Mesela ölmeden hemen önce kızına “Sarı giymeyi bırak, sana hiç yakışmıyor,’ diyebilen biri. Bu özellikler June’u çok gerçek ve çok insani kılıyor. Benim canlandırdığım Julia mesela… Anneliğin getirdiği suçluluk duygusunu çok yoğun yaşıyor; iş yüzünden çocuklarının hayatında kaçırdığı anlar, pişmanlıklar var. Ben kendi hayatımda pişmanlıklarla yaşamam ama çocuklarımın bazı anlarını kaçırdığım oldu. Bu, çalışan annelerin neredeyse tamamının yaşadığı bir suçluluk. Bu filmde bu temadan kaçmamak istedim. Çünkü bu bir kanser filmi değil; bu bir aile hikâyesi.
Bu filmi sıradan biri değil, oğlunuz yazdı. Otobiyografik bir film değil ama yine de onun duygusal dünyası hakkında ipucu vermiş olmalı.
Gerçekten öyle oldu ve bana şunu hatırlattı: Çocuklardan hiçbir şeyi saklayamazsın. Joe da her zaman çok gözlemciydi. Joe’nun duyguları sezme gücü hep çok yüksekti. Senaryo yazmak istediğini söylediğinde şaşırmadım. Senaryoyu ilk kez okuduğumda şöyle dedim: “Bu bir film olacak.” Oğlum sadece bir ödev olduğunu söyledi ama ben kesinlikle hissediyordum, bu bir filmdi. Başta sadece yapımcısı ve Julia karakterini oynayan kişi olacaktım. Yönetmenliği düşünmemiştim. Ama senaryo yönetmenlere gönderilmeye hazır hâle gelince metni bırakmak istemediğimi fark ettim. Eğer şimdi bunu ben yönetmezsem, kadın yönetmenlerin sesini yükseltmek için yıllardır savunduğum şeyleri kendi hayatımda uygulamamış olurdum. Bu kültürü değiştirmeye katkım ne o zaman, diye düşündüm. 50 yaşımda, ilk kez yönetmenlik yapmış olmaktan inanılmaz gurur duyuyorum.
Hikâyenin mimarı oğlunuz henüz çok genç, 21 yaşında!
Evet, diğer yandan ben 21 yaşına “Titanic” setine girdim. Dolayısıyla 21 yaş kaosu konusunda çocuklarıma güzel bir eğitim verebiliyorum. Genç yaştan beri bu endüstride olmak bana çok şey öğretti. Ayağımı yere sağlam basmayı, işime saygı duymayı, insanları iyi ve nazikçe davranarak yönetmeyi ve kendimi kaybetmemeyi… Şimdi iki çocuğum da bu sektörde. Onlara bunları aktarabilmek benim için çok değerli. “Goodbye June”u Joe ile birlikte yapmak hayatımın en güzel deneyimlerinden biriydi. 50 yaşımda ilk yönetmenlik deneyimimi onunla paylaşabilmek büyük bir hediye.
Bir oyuncu olarak, ilk yönetmenlik deneyiminiz. Başka oyuncuları yönetmek nasıl bir duygu, nasıl bir deneyimdi?
Bayıldım. Diğer oyuncularla olmak kadar güzel bir şey yok. Onlar olağanüstü insanlar nazik ve yetenekliler. Hızlıca fark ettim ki her oyuncu benden tamamen farklı bir şey istiyor. Timothy Spall mesela… Onun hem bol bol konuşmaya hem de duygusal olarak sahneleri anlamak için zamana ihtiyacı vardı. Johnny Flynn ise tamamen farklıydı. Çok açıktır, konuşmaktan çekinmez. Her oyuncu başka bir ihtiyaçla geliyordu ve benim görevim hızlıca adapte olmayı öğrenmekti. Helen Mirren ise bambaşka bir durumdaydı. June’un duyguları hakkında konuşmak ona zor geliyordu. Kendi kayıp deneyimleri vardı ve bu yüzden sette duygusal sınırlar oluşuyordu. Tamamen sezgiyle yürüyen bir süreç oldu ve bu sebeple kameraları hep hazır tuttum. Çünkü Helen’ın ne zaman duygusal izin vereceğini asla bilemiyorduk.
Peki ya kendini yönetmek?
En büyük sürpriz ‘kendimi yönetmek’ oldu. Film başlamadan önce tüm senaryoyu bir tiyatro oyunu gibi ezberledim. Çünkü sette diğer oyuncularla ilgilenirken kendi repliklerimi çalışacak zamanım olmayacaktı. Her sahnede, monitöre dönüp bakacak vaktim yoktu. Bu yüzden sahneyi birden fazla duygu ve tonlamayla oynadım. Benim için tek yöntem buydu. Neyse ki inanılmaz bir oyuncu kadrosu vardı. Herkes birbirine inanılmaz destek veriyordu. Birbirlerinin performansına tutunuyorlardı. Bu film bir aile hikâyesiydi ve setin kendisi de aile gibiydi.
Bütünlüklü bir çekim dili oluşturmak da ayrı bir süreç…
Evet. Film, aile içindeki duygusal kopukluğu anlatıyor. Bu yüzden çekim dili çok önemliydi. Benim işim şuydu: Yakın planlarda acele etmemek, önce mesafeyi göstermek. Molly ve Julia yıllardır konuşmamış. Bernie kendini kapatmış, Connor kopuk. Hepsinin arasında duygusal boşluklar var. İşte bu boşluğu göstermek için kamera çoğu zaman geri çekildi. Benim yönetmen olarak yapmam gereken cesur olup geri durmaktı. Connor’ın June’a şiiri okuduğu sahnede ise kamera yaklaşmaya başlıyor mesela. Helen’in gözlerine doğru giriyoruz. İlk kez June’un iç dünyasına giriyoruz. O an çok kırılgan ve tamamen insani. Uzaktan yakınlığa bu geçiş, filmin duygusal omurgasıydı.
Böyle büyük bir projeyi yönetecek noktaya nasıl geldiniz?
Sihirli bir formülüm yok. Ama şunu biliyorum: “Titanic”ten sonra yaşadığım medya baskısı korkunçtu. Çok gençtim. Hayatta kalmak için güçlü olmak zorundaydım. Bir yandan da şunu görüyordum: Yönetmenler beni yeniden işe çağırıyor, bu bana güven veriyordu. Bu mesleğe duyduğum aşk beni hep ayakta tuttu. Oyunculuk benim için hâlâ inanılmaz bir tutku. Ama “Goodbye June”u yönetmek bu sevgiyi 10 kat artırdı. Hikâye anlatmanın, duygusal alan açmanın, insanları korumanın ne kadar değerli olduğunu gördüm.


