İpek Duben’in arşivinden “‘70–”ler
İpek Duben, bu kez 1970’lerin New York Studio School dönemi atölye arşivinden ilk kez gün ışığına çıkarılan desenleriyle, Galerist’te. Daha 1970’li yıllarda, Milliyet Sanat’a kalemiyle de katkısı olmuş çok yönlü sanatçı, 1970’lerin dünyası ile 2026’da yüzleşiyor. “‘70–” adlı sergisiyle Duben, “İnkâr etsem de, acılar, yanlışlar bir şekilde kendini her zaman gösteriyor ve bedelini ödetiyor. Bedeli öderken bilinçli olmayı tercih ediyorum. Beni daha kuvvetli ve dürüst yapıyor,” ifadesini kullanıyor.
EVRİM ALTUĞ
evrimaltug@gmail.com
İpek Duben. Tıpkı, daha erken 1970’lerde ortaya koyduğu ‘Adnan Çoker Portresi’ gibi, Milliyet Sanat dergisinin ilk sayılarından bugüne, kalemini de pek çok akademik ve kitlesel iletişim mecrasında elden bırakmamış, yoldaş bir akıl, yürek ve ‘bir gelecek emektarı’.
“Ten, Beden, Ben” retrospektifini 2021-2022 sezonunda Salt imzasıyla izlediğimiz, bu vesileyle yine dergimize röportajıyla konuk olmuş Duben, son olarak İKSV 18. Uluslararası İstanbul Bienali’nde, “Üç Ayaklı Kedi” sergisinde, Galata Rum Okulu’nda yer verilen “Cennetin Çocukları” düzenlemesinde, ‘eğitim, sanat tarihi ve piyasa’ üçgenine getirdiği hüzünlü, masum ama dobra eleştiriyle, gündemi yine perçinliyor.
Farah Aksoy ve Amira Arzık’ın imzasını taşıyan “‘70–” sergisi, İstanbul Tepebaşı’ndaki Galerist’te 22 Kasım ve 3 Ocak aralığında sanatseverlere ilk kez sunuluyor. Sergi, küratöryel tabirle “...sanatçının 1970’lerde başlayan ve bu dönemle sınırlı kalmayarak, sonraki üretimlerine de yön veren, erken dönem desenlerini gün ışığına çıkarıyor.”
Küratörler Aksoy ve Arzık’ın refakatiyle konuşursak, “...sergi sanatçının 1972-1976 aralığında New York Studio School’da aldığı eğitime yoğunlaşıyor. Sergide izlenen çalışmalar, Duben’in figüratif alıştırmaların soyut jestlerle iç içe geçtiği yoğun desen dönemini görünür kılıyor.”
İpek Duben, İsimsiz, 1971-72. İpek Duben ve Galerist’in izniyle. Fotoğraf: Hadiye Cangökçe
İstanbul Gümüşsuyu’ndaki atölyesinin kapılarını Milliyet Sanat’a tekrar açan Duben’e ‘odak’ sorumuz, Galerist’teki sergisinin plastik, tarihi ve biyografik ‘DNA’sının nasıl şekillendiği üzerine oluyor. Sanatçı, yıllar sonra birey olarak ‘kendini teşhir’ ve ‘geçmişle mücadele’ adına da tekrar öne çıkan sergiye dair, şu samimi açıklamalarda bulunuyor:
“Desenlerimde odaklandığım figür / madde ve boşluk / espas ilişkisinin süreç içinde evrimini göstermekti amacım. Sonunda, unutulmuş pek çok iş ortaya çıktı.
Her sergi, bir anlamda sanatçıyı teşhir eder. Tehlikeli. Olgun işleri gösterdikten sonra 1970’lere, en başına, emekleme dönemine dönmek, tehlikeli olabilir. Desen, resim ve heykel için çok önemli bir pratik. Sanatın temelinde önemli bir yapı taşı. Desen ve kolajlarımda mekânı sökerek yeniden inşa etme eylemi, mekân analizi var, geleceğin işaretleri var.
Küratör arkadaşlar, bu okumayı çok iyi yaptılar. Düz yüzeyde hacim, nefes, hız, zaman duygusu yaratmak, yani espası canlandırmak sergideki işlerin ana teması. Mark Rothko, Barnett Newman gibi sanatçılar beni etkileyen, sevdiğim sanatçılar.”
Duben’e bir diğer sorumuz, “1970’lerin New York’u ile bugünün New York’u arasındaki gündem, üretim ve eylem benzerliği,” üzerine oluyor. Sorumuzu, İstanbul’la da mukayese eşliğinde yanıtlamasını rica ettiğimiz sanatçı, şunların altını çiziyor:
“1950’lerden itibaren, yükselişte olan Soyut Dışavurumculuk, yani New York School of Abstract Expressionism: Batı dünyasının, sanat tarihine Amerikan kültürünün ürünü ve özgün ifadesi olarak damgasını vurduğu bu akım, hala canlıydı, sürekli sergileniyordu.
Ben, kökleri Cézanne ve Picasso’ya giden bu akımın öğrencileri olan hocalardan eğitim aldım. Akımın etkili sanatçılarından Hans Hoffman, New York Studio School’un kurucularındandı. Hocalarım, onun ve Giacometti’nin öğretilerini taşıyorlardı.
Sanat eğitimime kavramsal sanat, performans sanatları ile başlamak istemedim. Modernizm’in köklerini anlamak, desen ve resim bilgisi almak, önce yeteneklerimi ve tercihlerimi keşfetmek istedim. Dolayısıyla, New York Studio School desen, resim ve heykel üzerine yoğun eğitim veren bir kurum olarak bana çok iyi geldi.”
İpek Duben, İsimsiz, 1971-1972. İpek Duben ve Galerist’in izniyle. Fotoğraf: Hadiye Cangökçe
Duben’in İstanbul ve New York sanat iklimi karşılaştırması ise, şöyle kayda geçiyor:
“İstanbul’da kavramsal sanat, akademik eğitim düzeyindeydi. Akademi mezunu birkaç sanatçının birlikteliğinde, Sanat Tanımı Topluluğu, Şükrü Aysan’ın öğretileri bağlamında, ilk ifadelerini sergiliyorlardı. Füsun Onur klasik heykel anlayışını sorgulayan işler yapıyordu. Genellikle entelektüel tartışmalar ‘özgünlük’ meselesi etrafında dönüyordu. Yani, ‘Bize özgü kültürün ürünü çağdaş ve yeni sanat yapılıyor muydu?’ Bu tartışma, farklı bir kültürde eğitilmiş biri olarak, beni çok ilgilendirmişti.”
Dünya çapında birçok kültürel destek ve sanatsal eğitim bursunun art arda kesildiği, gelecek umudu ile dünyalarını değiştirmiş pek çok sanatçının ve akademisyenin ‘evine gönderildiği’ bir dönemde, Duben’in geçmiş ABD tecrübesi o yılların kültürel ve sivil ifade özgürlüğü ile sosyal ve siyasal ajandalar arasındaki somut ilişki adına, önemli bir vaka olarak kayda geçiyor.
Sanatçı Duben, serginin de temeline karşılık gelen ‘70’lerde, Robert Kolej mezunu genç bir birey, bir kadın olarak, lisans eğitimini felsefe dalında, Atlanta’da yapıyor. Bu sırada, kendi tabiri ile “Derin Güney” olarak sayılan Georgia hakkında da bire bir gözlem olanağı bulan sanatçı, Milliyet Sanat’a verdiği röportajda, o günleri (bir ayna misali) şöyle tasvir ediyor:
“Okulda hocalarımla, derslerde ve arkadaşlarımla yaşadığım mutluluk yanında, yeni fark ettiğim derin ırkçılık, “segregation” gerçeğini birebir deneyimlemem, önemli derslerden biri oldu. O güne kadar Amerika, birçoğumuz için rüyalar ülkesi Hollywood’dan ibaretti.
Bir gün, Atlanta’dan okula döndüğüm otobüste boş olan bir koltuğa oturdum. Herkesin beni neden baştan aşağı süzdüğünü anlayamamıştım. Meğerse, otobüsün arka bölümünde sadece zencilere ayrılan yerde oturmuşum.
Bu sadece bir örnek. Beyazlarla siyahlar tamamen ayrı bölgelerde yaşıyorlardı. Zencilerin kabul görmediği birçok mekân ve durum vardı. Fakat, eğitimim süresinde insan hakları, evrensel haklar gibi konular felsefe, siyaset, edebiyat derslerinde tartışılan şeylerdi. Bugün bu okul kız-erkek, beyaz-siyah öğrencileri ile Güney’in en liberal eğitim kurumlarından biri.”
İpek Hoca’ya yine, dönemin Türkiye’sinin siyasal ve sosyal profilini danıştığımız zaman, yorumu şu cımbızlık sözlerle kayda giriyor:
“Aynı dönemde, Türkiye’deki ayrımcılıklar hakkında derin bir bilgim yoktu. Ama 1960 darbesinde, evimizin penceresinden Beyazıt’ta üniversiteli öğrencilerin bayraklarla gösteri yaptıklarını hatırlıyorum. 1960 askeri darbesi, şahit olacağım darbelerin ilkiydi. Ama 1960’ta etnik ve dinsel ayrımcılık bilinse de toplumda açıkça tartışılan bir problem değildi diye düşünüyorum. Darbenin hemen ardından 1961 yılında mezun oldum ve ABD’ye gittim. 1963’te, John Kennedy, 1965’te zenci kurtuluş lideri, Malcolm X, 1968’de Robert Kennedy ve Martin Luther King öldürüldüler.
Sizin sözünü ettiğiniz karşıtlıklar var, ama ABD’de Trump dönemine kadar bu konular ‘ölüm kalım’ meselesi gibi görülmüyordu. İnsan Hakları, anayasal haklar o sırada (siyahiler dışında!) seni her zaman koruyor.
Ama artık ABD’nin kuruluş tarihinden itibaren dışarda emperyal gücünü güçlendirmek adına, içerde zencileri köleleştirmek adına uyguladığı yönetim ve adalet sistemleri gerçek manzaranın vahametini bizler için fazlasıyla ortaya koydu.”
İpek Duben, İsimsiz, 1975. İpek Duben ve Galerist’in izniyle. Fotoğraf: Barış Özçetin
Sergiye temel olan 1970’lerde master ve doktora çalışmaları yaptığı Şikago Üniversitesi’nde, ağırlıklı olarak siyaset bilimi eğitimi almayı seçen Duben, Türkiye siyaseti, demokrasi ve İnsan Hakları üzerinde araştırmalar yapmış olmasıyla da, kuşağının görsel sanatçıları arasında bariz bir biriciklik taşıyor. ‘Master’ tezini ‘Türkiye’de Siyasi Partiler ve Seçimler” üzerine yazan Duben, bu akademik çalışmasında, “Türkiye’de demokrasi olabilir mi?” sorusuna odaklanıyor.
Duben, çağdaş sanat eserlerinde, resimden yerleştirmeye, taş baskıdan fotoğrafa, hazır nesneden heykele, insan hakları, birey ve toplum ilişkisi, gelenek ve gelecek gerilimi ya da tarihin kırılganlığı ile hakikat ve belgesel etik gibi nice unsuru masaya yatırmış, verimli ve araştırmacı bir sanatçı olarak tanınıyor. Sanatçı, doktora tezi üzerine çalışırken hangi yola çıktığını ise şöyle açıklıyor:
“Türkiye’de insan hakları, ifade özgürlüğü ve demokrasinin gerçekleşmesi için önemli adımlardan biri, kadın-erkek eşitliğini topluma benimsetmekti. Bireylerin anayasal haklarını fark etmeleri ve özümsemeleri gerekliydi. 1969 yılında doktoram için “Türkiye’de siyaset ve İslâmî hareketler”i tez konusu olarak seçmiştim. İstanbul’da o dönemde yaptığım araştırmalardan, İslami hareket ve cihatçı örgütlenmenin, ciddi olarak başlamış olduğunu anladım.
Kadın meselesiyle ilgili, Şule Yüksel mütedeyyin kadınların hak ve hukukları konusunda popülerleşen yazılarını gazetede yayınlıyordu. Buna karşın laik şehirli elitlerin önemli bir kısmı askeri darbeleri kendi yaşam tarzları için bir güvence kaynağı olarak görüyorlardı. Geldiğimiz noktada, sivil demokratik toplum ideali için, daha bilinçli olduğumuzu düşünüyorum.”
Duben’in eserlerinin üretim sürecinde, kâh matematik, kâh metafizik bir zekâ karşımıza aynı anda ve yüzeyde çıkabiliyor. Kavramsal üretim ve rasyonaliteye aynı anda ifade olanağı tanıyan çalışmalarıyla Duben’in bu karakteristik üretiminde, özellikle New York’un kendisine sunduğu ‘rastlantı sermayesi’ne gösterdiği üretken duyarlık da, görüldüğü gibi, ağır basıyor. Sanatçı, atölyesini bize gezdirirken bu konuya da şu sözlerle odaklanıyor:
“İşlerimde matematiksel, rasyonel hesaplar olduğu gibi, kendi yaşam felsefemi, düşüncelerimi yansıtan metafizik ifadeler var tabii. New York’taki eğitim sürecinde her türlü sanat ve sanatçıyla tanıştım, işlerini izledim. Guerilla Girls, Keith Haring, Andy Warhol yanında ‘Land - Earth Art’ / (Toprak Sanatı) yapan Robert Smithson veya Bruce Neumann’ın yerleştirmeleri, videoları, Jannis Kounellis’in performatif yerleştirmeleri gibi radikal işler izleyebiliyordum. John Cage, Pierre Boulez, Morton Feldman gibi sanatçıların konuşmalarını dinledim. Çağdaş klasik müziğin temel felsefesi ve yöntemlerini anlattılar, sanat dallarının birbirlerini nasıl kovaladığını, birleşebildiğini, zıtlaşabildiğini çok özgür bir ortamda gözlemleyerek yaşadım.
Bu arada eğitimimin temelindeki Soyut Dışavurumcu ekolun en önemli sergilerini izledim- Robert Motherwell, Franz Kline, Philip Guston, Willem De Kooning, Rauschenberg, Jackson Pollock, Frank Stella gibi.
1970’lerin sonlarında Türkiye’ye geldiğimde dikkatimi çeken ‘özgün olan otantik sanat’ meselesiydi, yani Batı’yı kopyalamayan ifade tarzı… 2001’de tekrar 10 yıl New York’ta yaşadıktan sonra İstanbul’a döndüğümde, sanatta patlama gerçekleşmişti.”
İpek Duben, İsimsiz, 1972, İpek Duben ve Galerist’in izniyle. Fotoğraf: Barış Özçetin
Duben özellikle, 1978-81 döneminde Nur Koçak, Mehmet Güleryüz, Burhan Uygur, Balkan Naci İslimyeli ve yukarıda da andığımız, Adnan Çoker üzerine kritikleriyle tanınan aktif bir sanat yazarı olarak kayda geçiyor. Dönemin ‘Modern Sanat Müzesi’ tartışmalarında kalemiyle yer alan, dönemin UPSD ‘aktivisti’, sanatçı, yazar Duben, yine bu takvimi bize tabir ederken kendisini “Akademi çevresinin dışında ama yakınındaydım,” diye tanımlıyor ve o dönemden Seyhun Topuz, Nur Koçak ve Adnan Çoker ile yakın dostlukları olduğunu vurguluyor.
Yayınlarında da, sanatında olduğu gibi ‘analitik eleştirel yöntemlere’ başvuran İpek Duben, bu konuşmamızda ayrıca, kariyerinde özellikle 1991 tarihli, Maçka Sanat Galerisi adresli “İzler” sergisinin yerinin ‘ayrı’ olduğunu ifade ediyor. Yaşadığı dönüşüm sürecini Türkiye’de deneyimleyen Duben, bu sergiyle o güne kadar uyguladığı New York Studio School üslubunu geride bırakarak pop sanat, minimalizm, soyut dışavurumculuk ve minyatür sanatlarını birleştirerek, ‘kendi meselesini, kendi yöntemiyle’ anlatmaya odaklandığını bilhassa dile getiriyor.
Duben’in çalışmalarında ‘ilginç’lik, öncü bir rol oynuyor. İzleyici, bu yapıtlara karşı aynı anda hem ayık kalabiliyor, ama hem de bir rüya halinden kurtulamıyor. Bu durum, izleyicinin taşıdığı sersemleşmeyle birlikte hem hayal, hem de hakikate karşı garip bir küskünlük içine girmesine yol açıyor ve eserler bu defa bir tür ‘panikleme’ altında deneyimlenebiliyor. Zira bu çalışmalar bir bakıma, bir sanatçının da izleyicisine karşı ‘düşsel emanetleri’ olarak deneyimleniyor. İpek Hoca’ya bu ‘panik hali’ni danıştığımızda, bizi şöyle karşılıyor:
“Aslında benim işlerimde, Minimalizm, Pop Art ve Minyatür yorumları vardır.‘Suspended’ / ‘Askıda’ serisinde, minyatürde nesneleşmiş şablon görüntüsündeki figür dizileri boşlukta yüzer, ileri, geri giderler. Hareketleri sinematiktir, zaman ve hız içerir. İmge görüntüleri ansaldır. Desenlerimde jestüel dokunuşlarla yarattığım enerji resmimde ansal bir harekete dönüşüyor. Seyircinin hayal gücüne inanıyorum, başvuruyorum. Senin ‘panik’ olarak hissettiğin duygu, jestin başladığı anda nereden gelip nereye gideceğini kestiremediğimiz anlık heyecanın yansımasıdır.”
İpek Duben, İsimsiz, 1971-72. İpek Duben ve Galerist’in izniyle. Fotoğraf: Hadiye Cangökçe
Duben, atölye ziyaretimiz vesilesiyle kendisine anımsattığımız, üç yıllık bir deneyime evrilen “Üç Ayaklı Kedi” üst başlıklı 18. Bienal’i zenginleştiren son düzenlemesi “Cennetin Çocukları”ndan ise, şöyle söz ediyor: “Bienalde sergilenen sandığın içindeki işler önceden sandıkta değillerdi, raftaydılar. Bir tür ‘rölyef’ olarak, dar espasta kurgulandılar. Simsiyah ve küçücük mekânda, sandıkta taşınan ve satılabilen üniteler olan rölyefleri spot ışığı altında seyirciye sunuyoruz. Sanki bir sehpa üstünde, ya da bir dükkânın rafları üzerinde cenneti yaşamanın formülünü satışa çıkartıyoruz. İsteyen çantasıyla alıp gider. Karanlığın içinde sunulan, ölümcül bir rüyanın vadidir, arzulandığı takdirde insanı yitirir, masum yavruları zehirler, rüya mutsuzluğa dönüşür. Bu yalancı rüyayı izlerken kendi yaşamımızı idrak etmeyi amaçlıyoruz.”
Duben’in çalışmaları üzerine (şimdilik) son gözlemimiz, hayatın bir sanatçıya, insana biçtiği nice yargıyı da, büyük bir olgunlukla kabullenebilme süreci oluyor. Kendisine, tam da yapıtları vesilesiyle kendine narsist biçimde bakmayışının, aynı eserde nice surette kendi kendisiyle mücadeleye girişinin altında ‘70’lere Sartre, Beauvoir ve Camus gibi aydınlarla damga vurmuş bulunan “Varoluşçuluk” akımının da olup olmadığını sorduğumuzda, bize şu arşivlik ifadeleri armağan ediyor:
“Etkileyebileceğimiz, düzeltebileceğimiz yanlış, zarar veren olgularla ve sorunlarla örülü bir gerçekliğin içinde var olma savaşı veriyoruz. Gerçeği bilerek, kabul ederek savaşmak zorunda olduğumuza inanıyorum. İnkâr yolunu seçmemeyi öğrendim. Gördüklerimi, yaşadıklarımı görmemezlikten gelemem. İnkâr etsem de, acılar, yanlışlar bir şekilde kendini her zaman gösteriyor ve bedelini ödetiyor. Bedeli öderken bilinçli olmayı tercih ediyorum. Beni daha kuvvetli ve dürüst yapıyor.”


