Kırıklardan doğmak
Sanatçı Deniz Doğruyol’un kişisel dönüşüm, kayıp ve yeniden doğuş temalarını merkeze alan yeni sergisi “Bir Kere Oldum, Bin Kere Doğdum” Carl Jung’un arketip kuramından ilhamla geçmişten gelen kırık parçaları dönüştürerek yeni bir benliğe alan açıyor.
YELİZ TİNGÜR
yeliztingur@gmail.com
Sanatçı Deniz Doğruyol’un kişisel dönüşüm, kayıp ve yeniden doğuş temalarını merkeze alan İBB Kültür ve İBB Miras’ın katkılarıyla gerçekleşen yeni sergisi “Bir Kere Oldum, Bin Kere Doğdum”, Ataköy’de bulunan Baruthane’nin taş duvarları arasında izleyicileri içsel bir yolculuğa davet ediyor. Doğruyol’un papier-mâché tekniğiyle ürettiği figürler ve mekânla kurduğu diyalog, yalnızca bakmaya değil; durmaya, yazmaya, dilek tutmaya çağırıyor. Sergi, kalp atışı ve su sesleriyle derinleşen bir deneyim sunarken izleyiciyi de bu ritüelin ortağı kılıyor. Sergi, 25 Ocak 2026 tarihine kadar ziyaretçilerini bekliyor.
Deniz Doğruyol
1. “Bir Kere Oldum, Bin Kere Doğdum” başlığı sizin için nasıl bir yaşam döngüsünü ve kişisel dönüşümü anlatıyor?
“Bir Kere Oldum, Bin Kere Doğdum” benim için tek bir başlangıçtan çok, hayatın içinde defalarca yaptığımız doğumlara işaret ediyor. İnsan sadece bir kez doğmuyor; her deneyiminde, her kırılmada, her seçiminde yeniden doğuyor. Çocukluktan yetişkinliğe, acılardan iyileşmeye, kayıplardan yeniden varoluşlara kadar geçen süreçte algımız, davranış biçimimiz ve yeni yanlarımız keşif hâlinde hayat buluyor.
Bu başlık, hem bireyin hem de toplumların bitmeyen dönüşüm döngüsünü anlatıyor. Çünkü topluluklar da tıpkı insanlar gibi kırılmalarla, krizlerle, umutlarla yeniden doğuyor; farklı hallerini hayata katıyor. Böylece sadece bireysel değil, kolektif olarak da binlerce kez yeniden var oluyor, değişiyor ve şekilleniyoruz. Burada en büyük ilham kaynağım doğa; bize teslimiyetin, kabulün ve dönüşümün en yalın hâlini her an gösteriyor. Doğanın döngüsünde hiçbir şey aynı kalmaz, her şey sürekli dönüşür. Biz ise doğanın bir parçası olduğumuzu çoğu zaman unutuyoruz. Her hatırladığımızda aslında özümüze kavuşuyoruz.
Benim için bu serginin özü de tam olarak bu: bireysel, toplumsal ve evrensel dönüşümün, doğanın bir parçası olduğumuzu hatırladığımız anda kazandığı varoluşsal anlam.
2. Serginizin ruhuyla Ataköy Baruthane’nin mekânsal dokusu arasında güçlü bir bağ var. Baruthane’nin taş duvarlarıyla serginizin ruhu arasında nasıl bir bağ kurdunuz?
Baruthane benim için sadece bir mekân değil, kendi başına bir dönüşüm hikâyesi. 18. yüzyılda savaşa hammadde üreten bir yerken, bugün kendimizle ve yaşamla kurduğumuz ilişkide kabulü ve barışı anlatan bir sergiye ev sahipliği yapıyor. Ne muhteşem bir dönüşüm! Defalarca yanıp yeniden inşa edilmiş, uzun süre atıl kalmış ve şimdi İBB Kültür ve İBB Miras’ın bize kazandırdığı pek çok değerden biri olarak; kültürle, sanatla yeniden doğmuş bir yapı.
Bu tarihsel döngü, serginin ruhuyla çok örtüşüyor. Çünkü eserler de bireyin ve toplumun acılardan, kırılmalardan, kayıplardan geçerek yeniden var olma hâline işaret ediyor. Baruthane’nin taş duvarları hem geçmişin izlerini taşıyor hem de bugün yeni anlamlara açılıyor. Ben de sergide kendi hayatımdan referansla bir dönüşüm hikâyesi kurguladım. Aslında hepimizin hikâyesinden bir parça var burada; böylece mekân, eserler ve izleyici birlikte dönüşen ve yeniden doğan bir ritüele eşlik ediyor.
3. Eserlerinizde kullandığınız papier-mâché tekniği ile serginin hikâyesi arasında nasıl bir örtüşme var?
Papier-mâché, tüm üretim aşamalarında dönüşümü sanatçıya en çok hissettiren malzemelerden biri. Başlangıçtaki kırılgan hâlinden evrildiği form, gücü inanılmaz net biçimde görünür kılıyor. Kâğıdın katmanlarının bir araya gelip zamanla sağlam bir forma dönüşmesi aslında hayatın da bir metaforu. Katman katman birleşen kâğıt, tek bir bütün hâline gelerek nasıl yeni bir varlığa dönüşüyorsa; biz de toplumlar da deneyimlerimizle şekilleniyor, her defasında yeni bir benlik yaratıyoruz.
Bu yüzden bu malzeme, serginin hikâyesiyle tam anlamıyla örtüşüyor: kırılganlıktan doğan dayanıklılık, parçaların bir araya gelip özü bir olarak yeni bir ruh ve kimlikle hayata devam etmesi.
4. Serginizde izleyici yalnızca bakmaya değil; yazmaya, durmaya, dilek tutmaya davet ediliyor. Bu aktif katılım fikri nasıl şekillendi?
Serginin küratörlüğünü Ceylan Önalp üstlendi ve onunla birlikte süreci kurgularken mekânın yalnızca bir sergi alanı değil, izleyicinin kendiyle buluştuğu, konuştuğu ve iç sesine kulak verdiği bir alana dönüşmesini çok önemsedik.
Bu sergide kendi hayat dönüşümlerimden, iç konuşmalarımdan ve vardığım yerlerden bir hikâye paylaşıyorum. Ama aslında herkesin hikâyesi de burada var. Bu yüzden izleyiciyi sadece bakmaya değil, yazmaya, dilek tutmaya, durmaya davet ettim. Dilek ağacı gibi unsurlar, kişinin kendiyle konuşmasına, fark etmesine, hissetmesine ve belki de dönüşeceği yeri keşfetmesine aracılık ediyor. Sergi böylece yalnızca benim anlatımım değil, hepimizin içsel mabedinde yankılanan ortak bir deneyim hâline geliyor.
5. Kalp atışı ve su sesiyle dolan sergi mekânı, izleyicinin sergideki yolculuğunu nasıl dönüştürüyor?
Benim için Baruthane, adeta kişinin kendi mabedine girmiş gibi hissedebileceği bir mekân. Sergiyi gezerken fonda duyulan kalp atışı ve su sesi yerleştirmesi de bu yolculuğa eşlik eden görünmez bir rehber oluyor. Bu sesler hem bedensel hem de ruhsal bir farkındalık yaratıyor; izleyici kendi kalbinin ritmini ve hayatla olan bağını yeniden hatırlıyor. Böylece mekân, izleyicinin yalnızca eserlerle değil, kendi iç sesiyle de buluştuğu bir deneyime dönüşüyor.
Benim için önemli olan, serginin yalnızca bakılan eserlerden ibaret olmaması; aynı zamanda duygularla, bedenle ve içsel hafızayla temas eden bir yolculuk sunması. Kalp atışı doğumu ve yaşamın varlığını; su sesi ise akış, arınma ve dönüşümü temsil ediyor. Bu iki unsur birleştiğinde izleyici sergide yalnızca gözleriyle değil, tüm duyularıyla var olabiliyor.
6. Serginizin merkezinde “kayıp, dönüşüm ve yeniden doğuş” temaları yer alıyor. Kendi dönüşümünüzü eserlerinize taşırken kırılganlık ile güç arasında nasıl bir denge kuruyorsunuz?
Benim için kırılganlık ile güç, birbirini besleyen ve tamamlayan iki hâl. Hayatı ve kendimi keşif yolculuğumda kayıplar, kırılmalar ve zor deneyimler bana en güçlü adımlarımı attırdı. Eserlerimde kullandığım papier-mâché de bu dengeyi yansıtıyor: kâğıdın kırılgan doğası, katman katman bir araya geldikçe dayanıklı bir forma dönüşüyor.
Jung’un arketiplerinden her zaman çok ilham alırım; onlar bana yolumu aydınlatan, bir anda on adım ilerleten yüzleşmeler yaşatır. Özellikle ‘Gölge’ arketipinin, hayatımızın özüne giden yoldaki en aydınlatıcı ipuçlarını taşıdığına inanıyorum. Bastırdığımız, görmekten kaçındığımız yanlarımızı; kimliklerimizi, toplumsal normları ve sembolleri hem yıkıcı hem de yapıcı yönleriyle simgeliyor. İşte bu kırılgan taraflarla yüzleşmek, en acı verici anları kabul etmek, aslında içimizdeki gerçek güce ulaşmanın kapısını aralıyor.
Sergideki tüm işler dönüştürülmüş malzemelerden oluşuyor. Hem papier-mâché gibi kırılgan ama katmanlaştıkça güçlenen bir malzemeyi hem de eski eşyaları yeniden dönüştürerek kullandım. Bu da hem kişisel hem kolektif hafızanın izlerini taşıyor. Malzemenin kırılgan doğasıyla yeniden doğuşun gücü arasında bir denge kuruyorum. Çünkü bana göre güç, kırılganlığı bastırmakta değil, onunla var olmayı öğrenmekte saklı. Dönüşüm dediğimiz şey de tam olarak burada gerçekleşiyor.
7. Ataköy Baruthane’nin taş duvarları arasında yer alan figürler, bu temalarla birlikte kişisel bir ritüel alanı yaratıyor. Sizce sanat, birey için nasıl bir “ruhsal terapi” işlevi üstlenebilir?
Sanat benim için öncelikle hayata kendimi ifade etme biçimim; “ben buyum, buradayım” deme hâlim. Aynı zamanda hayatı kendime yaşanabilir kılma yolum. İşlerimi de hep bu hâlin içinden üreten bir sanatçıyım. Bu hâl elbette yaşamda bulunduğum döngülere göre değişiyor; farklı dönemlerde farklı sesler, kokular ve dokulara bürünüyor.
Ben işlerimi üretirken yalnızca kendi iç dünyamdan değil, toplumun ve dış dünyanın üzerimdeki etkilerinden de besleniyorum. Kendi hayat döngülerimin çıktıları, kolektif hafıza ve toplumsal dönüşümlerle birleşiyor. Bu yüzden ortaya çıkan eserler yalnızca kişisel bir anlatım değil; aynı zamanda ortak duygulara ve deneyimlere temas eden, izleyiciye dönüştürücü ve iyileştirici bir hafıza alanı açıyor. Bu yönüyle sergi, bireysel olduğu kadar kolektif bir hatırlama ve dönüşüm alanına dönüşüyor.
“Benim anlattığım kadar değil; izleyicinin içinde yankılandığı kadar var.”


