Moda endüstrisinin sanatla diyaloğu
Moda endüstrisinin sanatla diyaloğu sanatın erişilebilirliğini arttırıyor ve moda sadece bir tüketim nesnesi olmaktan çıkıp toplumsal ve kültürel bir iletişim aracı hâline geliyor.
AYÇA OKAY
ayca@aycaokay.com
Her yıl Sahra Çölü’nün kıyısında, Kahire’nin kaotik dokusunun güneyinde ve Nil Nehri’nin batısında yer alan Giza Platosu’nun görkemli boşluğunda ArtD'Égypte tarafından düzenlenen “Forever Is Now” adlı sergi farklı disiplinlerden sanatçıları bir araya getiriyor. Ben de bu yıl bu oluşumun küratöryel kurulunda yer almanın bir uzantısı olarak Milano’da Galeria Fumaglia’da gerçekleşen Mısırlı ve İtalyan sanatçıların bir araya geldiği “Tale Of Two Cities” isimli karma sergiyi takiben Milano ve Roma’daki iki büyük moda devinin Missoni ve Fendi endüstriyel hafızasından tasarım anlayışlarına, arşivlerinden sanat projelerine uzanan kültürel bir keşif gezisine katıldım.
Ancak öncelikle Art D'Égypte’in yapısından kısaca söz etmek istiyorum. Giza Piramitleri geniş boşlukları ve zorlu çevresel koşullarıyla yalnızlık, dayanıklılık ve içsel arayışın sembolü olan Sahra Çölü’nün kenarındaki Giza Platosu’nda yer alıyor. İnsan eliyle inşa edilmiş bu muazzam kütlelerin boşlukta sergilenen sanat eserleriyle kurduğu diyalogu düşünmek bile başlı başına heyecan verici. Beş yılı aşkın süredir küratör ve kültürel girişimci Nadine Abdel Ghaffar’ın liderliğinde tamamı kadınlardan oluşan Culturvator inisiyatifi tarafından hayata geçirilen bu etkinlik farklı disiplinlerden sanatçıların varoluşsal sorgulamalara odaklanan, sadeleşme ve arınma süreçlerini yeniden düşünen üretimlerine alan açıyor. Culturvator yalnızca Art D'Égypte’i değil aynı zamanda kültürel bağları güçlendirmek üzere çeşitli ülkelerle de iş birlikleri yaparak İtalya’da 2025 yılındaki işbirliği yapılan ülkelerden.
Bu kapsamda, Milano’ya yaklaşık bir saat mesafede yer alan Sumirago Kasabası’nda, Missoni’nin üretim tesisini ve arşivlerini, ailenin ikinci ve üçüncü kuşak temsilcileri Luca Missoni ve Ottavio Missoni eşliğinde gezme fırsatı bulduk.
Fütürizmin tasarım dünyasına etkisi
Markanın doğuşu İkinci Dünya Savaşı sonrasında İtalya'nın yeniden yapılanma ve modernleşme sürecine denk gelir. Bu dönem her ne kadar doğrudan İtalyan Fütürizmi’nin etkisi altında olmasa da sanat ve tasarım alanlarında makineleşme, hız, seri üretim ve modern yaşam gibi kavramların estetik birer değer olarak yeniden yorumlandığı bir atmosferi barındırır. Filippo Tommaso Marinetti’nin fütürist manifestolarında öne çıkan dinamizm, hareket ve teknolojik ilerleme idealleri bu dönemde İtalyan tasarım dünyasının zemininde dolaylı olarak hissedilir. Missoni bu modernleşme dalgası içinde ipliğin ritmini ve dokumanın tekrar eden yapısını bir tasarım dili hâline getirerek kendi özgün estetiğini oluşturur. Özellikle ikonikleşmiş zigzag desenleri, renk geçişlerindeki akışkanlık ve örme yüzeylerdeki ritmik yapı âdeta görsel bir müzik gibi işler. Bu yönüyle fütürist estetikle doğrudan olmasa da hareket, tempo ve üretim mantığı üzerinden benzeşimli bir bağ kurar.
Ailenin 1950’li yıllarda Sumirago'da yalnızca yerli üreticiler tarafından üretilen tekstil makinelerini satın alarak üretim sürecini tek elde toplaması markanın insan ve makine arasındaki işbirliğini zanaatkârlıkla harmanlayan yaklaşımını pekiştirir. Bu stratejik yönelim seri üretimin soğukluğunu kırarak tekstile özgü bir endüstriyel zanaat dili yaratır.
Ziyaret sırasında beni etkileyen en çarpıcı detaylardan biri sanatçı Ali Kazma’nın “Resistance” serisine ait ve tam da bu tesiste çekilmiş bir videosuna rastlamak oldu. Daha önce birlikte çalışma şansı bulduğum Kazma’nın üretime, emeğe ve zamanın bedensel deneyimine odaklanan bakışı Missoni'nin üretim ritmiyle güçlü bir bağ kuruyordu. Tüm bu üretim ve arşiv kültürünün bir parçası olarak Missoni Kütüphanesi'nde Vogue, Elle ve Maison Française gibi pek çok kült moda ve tasarım dergisinin 1930’lara kadar uzanan zengin arşivi de kamuya açık şekilde araştırmacıların erişimine sunuluyor.
Gezimizin ikinci durağı ise Roma’nın güneyinde yer alan ve hem mimarisi hem de tarihsel bağlamıyla dikkat çeken EUR (Esposizione Universale di Roma) bölgesiydi. EUR 1930’larda Benito Mussolini tarafından faşist rejimin 20. yılını kutlamak amacıyla düzenlenmesi planlanan 1942 Dünya Fuarı için inşa edilmeye başlanan bir yerleşim ve iş merkezi alanı. Her ne kadar fuar savaş nedeniyle hiçbir zaman gerçekleşmemiş olsa da bölge dönemin ideolojik mimarisini temsil eden simgesel yapılarıyla tamamlanmış. Roma’nın dokusuna taban tabana zıt olan bu bölgenin en çarpıcı yapılarından biri olan ve halk arasında Kübik Kolezyum (Colosseo Quadrato) olarak anılan Palazzo della Civiltà Italiana faşist estetiğin modernist yorumlarından biri. 1938–1943 yılları arasında Giovanni Guerrini, Ernesto Bruno La Padula ve Mario Romano tarafından tasarlanan bu klasisist betonarme yapı kemerli cephesiyle antik Roma mimarisine göndermede bulunurken aynı zamanda faşist iktidarın yücelttiği düzen, sadelik ve büyüklük kavramlarını da yansıtır.
Palazzo della Civiltà Italiana
Bugün bu anıtsal yapı tüm görkemiyle Fendi markasının genel merkezine ev sahipliği yapıyor. Binada yer alan arşivler, tasarım ofisleri ve kreatif departmanları ziyaret ederek tarihsel bir yapının çağdaş moda dünyasıyla nasıl bütünleştiğine tanıklık ettik. Fendi’nin bu ikonik binada yürüttüğü operasyon İtalyan mirasını sahiplenen, yeniden yorumlayan ve küresel bir sahneye taşıyan kültürel bir aktör olarak konumunu net bir şekilde ortaya koyuyor.
Moda nesnesinden sanat eserine
Arşivlerde gezerken Fendi’nin sürdürülebilirlik ve zanaatkârlık alanında öncü projelerinden biri olan Hand to Hand (El Ele) inisiyatifi kapsamında kullanılan tekniklere dair somut örneklerle karşılaştık. Dantel, batik, taş ve boncuk işlemeciliği, makrome ve dokuma gibi geleneksel el sanatlarının ustalıkla harmanlandığı bu teknikler, projeye katılan zanaatkârların bilgi ve deneyimlerinin yaşatılması için temel oluşturuyor. Bu tekniklerle üretilen ikonik Fendi çantaları sadece birer moda objesi değil, aynı zamanda kültürlerarası diyalogu ve nesiller arası bağları güçlendiren canlı birer sanat eseri niteliği taşıyor.
Lüks moda sektörüne mensup dünya çapındaki markaların elde ettiği gelirlerin bir kısmını çağdaş sanat projelerine ayırması kültürel üretimin sürdürülebilirliği açısından büyük önem taşıyor. Günümüzde özellikle İtalya’daki küresel moda devleri sanatla ilişkilerini yalnızca görsel bir tamamlayıcı olarak görmekten öteye taşıyarak marka kimliklerini derinleştiren ve toplumsal sorumluluklarını yansıtan stratejik bir araç olarak konumlandırıyorlar. Bu kapsamda çağdaş sanat projeleri, müzelerle gerçekleştirilen iş birlikleri, sanatçı rezidansları ve küratöryel sergiler gibi platformlarla hem kültürel üretime katkı sağlıyor hem de sanatçılara ve yaratıcı topluluklara finansal kaynak, görünürlük ve geniş kitlelere ulaşma imkânı sunuyorlar. Bu karşılıklı beslenme ilişkisi moda endüstrisinin sınırlarını sanatla kesiştirerek genişletiyor, sanatın erişilebilirliğini arttırıyor ve moda sadece bir tüketim nesnesi olmaktan çıkıp toplumsal ve kültürel bir iletişim aracı hâline geliyor. Dilerim ülkemizin de endüstri kuruluşları ve moda devlerinin sahipleneceği bu tip projeleri daha sık görmeye başlarız.
