“Oyuncunun sanatsal enstrümanı bedenidir”
Türkiye’de tiyatro eğitimi denilince akla gelen ilk isimlerden biri olan ve kariyerine Kuzey Kıbrıs’ta ARUCAD – Arkın Yaratıcı Sanatlar ve Tasarım Üniversitesi’nde devam eden Prof. Dr. Kerem Karaboğa ile tiyatro ve oyunculuk eğitimi üzerine konuştuk.
GİZEM KAYA
gizem.kaya@arucad.edu.tr
Türkiye’de tiyatro eğitimi denilince akla gelen ilk isimlerden biri olan Prof. Dr. Kerem Karaboğa, yıllardır bu alana hem akademik hem sanatsal üretimleriyle yön veriyor. Oyunculuktan dramaturjiye, tiyatro tarihinden eleştiri kuramlarına uzanan geniş çalışma alanıyla yalnızca sahne üzerinde değil, düşünsel düzlemde de iz bırakan bir isim. Yetiştirdiği sayısız öğrenciyle, tiyatro eğitiminin birçok kuşağa nasıl aktarıldığını şekillendiren Karaboğa, bugün kariyerine Kuzey Kıbrıs’ta ARUCAD – Arkın Yaratıcı Sanatlar ve Tasarım Üniversitesi’nde devam ediyor. Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesi Dekanı olarak görev yapan Karaboğa, burada oyunculuk eğitimine yeni bir vizyon kazandırmaya devam ediyor.
Türkiye’de tiyatro eğitimi dendiğinde akla gelen ilk isimlerden birisiniz; hem akademide uzun yıllar yöneticilik yapmış, hem de oyuncu, yönetmen ve çevirmen olarak sahne sanatlarının birçok cephesinde üretmiş birisiniz. Bu çok katmanlı kariyeriniz size oyunculuk eğitimine dair nasıl bir perspektif kazandırdı? Tarih, edebiyat, oyunculuk temellerine dayanan disiplinlerarası geçmişinizin, oyuncu adaylarına yaklaşımınızı nasıl şekillendirdiğini merak ediyorum.
Sorunuzu tiyatro sanatının ilk ortaya çıkışından bu yana taşıdığı kendine özgü bazı nitelikleri hatırlatıp vurgulayarak yanıtlayabilirim. Tiyatro tüm sanatların bileşimine dayalı, disiplinlerarası bir sanattır. Müzik, dans, plastik sanatlar ve elbette edebiyat onun ayrılmaz parçalarıdır. Öte yandan, Brecht’in ünlü deyişiyle, “Tiyatro, sanatların en büyüğü olan yaşam sanatına hizmet eder”. Yani, içinde yer aldığı dünyanın dinamikleriyle etkileşim içinde anlam kazanır. Oyuncu, tiyatro sanatının yapı taşıdır, çünkü tiyatro edimi esasen oyuncu ile seyirci arasında ortak mekan ve zamanda gerçekleşen canlı karşılaşmaya dayanır. Bahsettiğim tüm sanatların bütünleşmesi ve dünyayı anlamlandırmaya dönük bir sanatsal ifadeye dönüşmesi oyuncunun sanatsal çalışması olmaksızın var edilemeyecek bir şeydir. Dolayısıyla, bana göre, yaratıcı ve sanatsal bir oyunculuk sahnelemeye özgü teknikleri bilmenin ve deneyimlemenin yanı sıra, tiyatronun bünyesine aldığı tüm sanatsal disiplinlerle sağlam bağlar kurmaya ve dünyadaki yerimizi anlamlı kılma çabasının etkin bir öznesi olmaya dayanmalıdır.
Kitaplarınızda ve akademik çalışmalarınızda sadece oyunculuk tekniklerini değil, bu tekniklerin tarihsel ve felsefi arka planını da titizlikle ele alıyorsunuz. Oyunculuk eğitiminde kuramla pratiğin ilişkisini nasıl kuruyorsunuz? Bu iki alan arasında bir denge kurmak neden önemli sizce?
Çünkü az önce bahsettiğim tiyatro ve oyunculuk sanatının kendine özgü niteliğinden ötürü, hiçbir oyunculuk tekniği deneysel araştırmaya, düşünsel alt yapıya ve içinde yer aldığı tarihsel dönemin maddi koşullarına bağlı olmaksızın şekillendirilemez. Praxis, yani düşünce ve eylemin birliği ilkesi, yaşamsal edimlerimiz için olduğu gibi, belki ondan daha fazla, oyunculuk sanatındaki edimlerimiz açısından hayati sayılabilir. Zihnimizi bir sürü fikirle doldurup bunu sanatsal bir eylem ya da ifadeye dökememek ile salt esin ya da taklide bağlı, fikre dayanmayan eylemlerde bulunmak arasında bence hiçbir fark yok. Önemli olan, praxis çabasının ürettiği dinamiklerden kendi dengemizi, yani üslup ve tekniğimizi var edebilmemizdir ki, oyunculukta ustalık dediğimiz şey tam da budur.
Tiyatro tarihi üzerine kaleme aldığınız çalışmalarda özellikle doğu-batı arasında bir geçiş alanı olan Türkiye tiyatrosunu farklı yönleriyle ele alıyorsunuz. Bu tarihsel birikim, bugünün oyuncu adaylarına nasıl bir yol haritası sunmalı? Sizce Türkiye'de oyunculuk eğitimi, kültürel kimliğini nasıl yeniden tanımlayabilir?
Türkiye’de tiyatro faaliyeti batılılaşma hareketinin bir parçası ve taşıyıcısı olarak ele alındı. İlk topluluklara ve eğitim kurumlarına bakıldığında bu net olarak görülebilir. Darülbedayi kurulurken Andre Antoine’ın, Ankara’da konservatuvar kurulurken Carl Ebert’in davet edilmesi Türkiye’nin kendi tiyatro kimliğini Batılı tiyatro anlayışı içerisinde aramasının tarihsel örnekleri arasında sayılabilir. Bununla birlikte, kurucu dönemlerden bugüne Türkiye’deki tiyatro sanatçılarının, her türlü zorluğa rağmen, “bize özgü” tiyatroyu üretmek çabasında üretip biriktirdiklerinin yabana atılmaması gerektiğini düşünenlerdenim. Evet, bugün üzerinde çalıştığımız teknikler Batılı sanatçılara ait, ama salt öykünmeye kalkışmaksızın kendi harsımızdan ya da kendi kültürel köklerimizden hareketle yürütülen tiyatro deneylerinin yerelden evrensele iz bırakıcı sonuçlar verdiği de aşikâr. Ülkemizdeki örneklerden Haldun Taner’in oyunları ve Beklan-Ayla Algan’ın TAL (Tiyatro Araştıma Labaratuvarı) araştırmaları aklıma ilk gelenler. Kilit önemdeki kelimenin “sanatımızda derinleşmek” olduğunu, bunun da Batı’ya ya da Doğu’ya özgü diye sınıflandırılamayacağını savunuyorum. Stanislavski’nin deyişiyle, “Sanatta kendimizi mi yoksa kendimizi sanatta mı seviyoruz?”. Sanırım asıl mesele, bu soruya hangi cevabı verdiğimizde gizli.
Arkın Yaratıcı Sanatlar ve Tasarım Üniversitesi’nde (ARUCAD) Sahne Sanatları Fakültesi’nin başında yer alıyor, aynı zamanda aktif bir şekilde oyunculuk eğitimi veriyorsunuz. Kıbrıs gibi çok kültürlü bir coğrafyada, yaratıcı sanatlara odaklanan bir üniversitede oyuncu yetiştirmenin sizdeki karşılığı nedir? Bu coğrafyanın ve üniversitenin size sunduğu olanaklar, öğretme biçiminizi nasıl etkiliyor?
Sizin de belirttiğiniz gibi, yaratıcı sanatlara odaklanması ve onların kendi aralarında iletişim kurmalarına, beraber üretmelerine olanak sağlayıp, bunu teşvik etmesi ARUCAD’ın en ayırt edici ve heyecan verici niteliği bana göre. Bu niteliği, oyunculuk çalışmalarının geliştirilmesine ve zenginleştirilmesine de müthiş imkanlar sunuyor. Her şeyden önce oyunculuğun ihtiyaç duyduğu disiplinlerarası atmosferi ona en baştan hazırlıyor. Öte yandan, yöneticiliğini yaptığım Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesi’nde Oyunculuk, Çağdaş Dans ve Ses Sanatları Tasarımı bölümlerinin, kendi bağımsızlıklarını korumakla birlikte, birbirine açılan ve tüm fakülte öğrencilerini bir araya getiren bir eğitim vermeleri, tam da günümüzün çağdaş sanat anlayışının dinamikleriyle uyumlu bir program kurgulamamızı sağlıyor. Söz konusu imkanların ve dinamiklerin Kıbrıs coğrafyasının Akdeniz’e özgü yaratıcı enerjisiyle birleşince yerelden evrensele ses getirici ve iz bırakıcı ürünler verme potansiyeli taşıdığına yürekten inanıyorum.
Oyunculuk eğitimine dair söylemlerde sıklıkla “beden”, “hafıza” ve “varlık” gibi kavramlar öne çıkıyor. Sizin eğitim anlayışınızda bu kavramlar nasıl bir yer tutuyor? ARUCAD’daki oyunculuk eğitimi, öğrenciye yalnızca teknik beceriler değil, aynı zamanda düşünsel bir oyunculuk yaklaşımı da sunmayı amaçlıyor gibi görünüyor — bunu biraz açar mısınız?
Grotowski’nin deyişiyle “Beden hafızadır”. Oyuncunun sanatsal enstrümanının bedeni olduğu göz önüne alındığında, bedeniyle çalışması aynı zamanda kişisel ve kolektif hafıza deneyimleriyle de ilişki kurması anlamına gelecektir. Yani, oyuncunun çalışmasında bedensel egzersizler salt sportif bir etken değildir, psiko-fiziksel varlığının kurucu ve geliştirici unsuru olma rolü görür. Metaforlaştırarak söyleyecek olursak, yaratıcılık bedende filizlenir, tohumları hafızada yatar ve bir ağaca dönüştükçe varlığı görünür hâle gelir. Ağacın çiçeği ve meyvesi ise oyuncunun kendi mevcudiyetini nasıl oluşturduğuna göre şekillenir. Oyunculuk eğitiminde bedenlerle çalışıyoruz ama aslında bu yolla ulaşmaya ve açığa çıkarmaya uğraştığımız şey, her öğrencimizin kendi çiçeğini ve kendine özgü meyvesini ortaya çıkarmasına, büyütüp olgunlaştırmasına yardım etmektir.
