‘Yanköşe’den yükselen dozer sesleri
Bu yıl 11. kez düzenlenen Yanköşe Güncel Sanat Projesi’ne, mimar Kıymet Altınyurt’un katkılarıyla tasarladığı, gerçekçi dozer modelleri ve yapay çim kullanarak kurguladığı çarpıcı “Jeo-Atlas” adlı düzenlemesi ile katılan Alper Aydın yapıtlarında genellikle insanı ve onun doğa ve belleğine etkilerini eleştirel bir ölçek olarak ele alıyor. Eserlerine bıraktığı ‘imza’yı da bizimle tartışan Aydın, Milliyet Sanat’a yaptığı açıklamada “Benden öncekiler gibi ismimi yazmak niyetinde değilim, biraz Alper Aydın’ı ortadan kaldırıp, eserlerimin yalnızca var olmasının peşindeyim,” şeklinde konuşuyor.
EVRİM ALTUĞ
evrimaltug@gmail.com
Türkiye’nin dört bir yanında kavrulan ağaçlarla, yasa dışı, öngörüsüz, açgözlü ‘rantsal’ yapılaşmanın bıraktığı ‘yanık kokusu ve göz gürültüsüyle’ oluşan cehennemî şantiye manzarası bir süredir sessizce İstanbul Kabataş’tan da hepimize ‘bağırıyor.’
İlk bakışta gülümsetir gibi gelen hemen ardından fena halde can yakan ve insanın canını sıkan bu gerçekçi manzarayı, gerek yaya gerekse taşıtlarıyla gelip geçerken gören yolcular bu tanıklığı sosyal medyaya taşımanın yollarını arıyor.
Yaşamı ve çalışmalarını Ordu’da sürdüren, eserlerinde medeniyet, doğa ve hafıza arasındaki çelişkiyi vurgulayan güncel sanatçı Alper Aydın’ın (1), Kahve Dünyası Yanköşe Güncel Sanat Projesi (2) kapsamında jüri tercihi ile geleneksel olarak seçilen ve Meclis-i Mebusan Caddesi üzerindeki kurum yapısının ‘Yanköşe’sine misafir edilen son yapıtı “Jeo-Atlas” adını taşıyor.
Aydın’ın, oluşum sürecinde Mimar Kıymet Altınyurt’un da tasarım katkılarıyla ortaya koyduğu “Jeo-Atlas”, kurum yönetim binasının güncel sanata 10 projedir açılan ‘Yan Köşe’sini bu kez kaplayan yapay çim düzende, gelişigüzel ilerleyen minyatür dozerler gece gündüz seçilebiliyor.
İlgili ‘oyuncaklar’, aslen dünya çapında kullanılan öncü dozer markalarının gerçekçi ve lisanslı markalarıyla uzun süredir tasarlanan bir Alman tasarım ve model firmasının (3) imzasını taşıyor. Eser, bellek açısından da, sanatçının geçmişine alenen göndermede bulunuyor ve ‘oyuncaklı bir durum’ üretiyor.
Hatırlamak gerekirse - başladığından bu yana yaşanan kimi takvim kesişmeleri ile İKSV’nin İstanbul Bienali’yle de ortaklaşa izleyicilere sunulmuş - “Yanköşe” projesi, gelişigüzel sıralama ile “Tek Göz Oda” (Nermin Er), “AYRIAYRIBİRARADA” (Özlem Günyol ve Mustafa Kunt), “Origami Geyik” (No More Lies), “Omuz Omuza Bölünmüşüz” (Tomozaku Matsuyama), “İsimsiz” (Vahit Tuna), “Yağmur Duası” (So?), “Son Gergedanı Ben Vurdum” (Ali Cabbar), “Seri Zanaat” (Bilal Yılmaz), “Geleceğe Salınmak” (Sena Başöz) ve “Balık Kavağa Çıkınca” (Cansu Cürgen ve Avşar Akpınar) gibi eserlerle gündeme gelmişti. Eserler genel bir yaklaşımla Türkiye’deki kadına yönelik şiddet, yaban hayata yönelik katliamlar, emeğin sürekliliği, gençliğin geçmiş ile gelecek arasındaki uçucu pozisyonu, doğal kaynaklarının korunması, sosyal çeşitliliğin değeri, ifade özgürlüğü, rastlantı ve uyarıların kamusal etkisi ile yine yabanıl hayatın kültürel değeri gibi nice unsura peş peşe dikkat çekmişti.
Yanköşe’de yer alacak eserin seçimi, proje koordinatörlüğünü üstlenen Tuna Ortaylı Kazıcı tarafından, üç sanatçının adaylığa davet edilmesi ve Altınmarka Grup Şirketleri Yönetim Kurulu Üyesi ve Detay Gıda CEO’su Dilara Altınkılıç Kutmangil, Altınmarka Grup Şirketleri Yönetim Kurulu Üyesi ve Kahve Dünyası Genel Müdürü Kaan Altınkılıç ile tasarım duayeni Bülent Erkmen, yaşamı ve çalışmalarına Londra’da devam eden küratör Fatoş Üstek ve Milliyet Sanat Dergisi’nden gazeteci ve yazar Evrim Altuğ’dan oluşan seçici kurulun sanatçıların önerdikleri projeleri değerlendirmesinin ardından yapılıyor. Eser seçiminde, sunulan projenin içeriği, görselliği, kentle ilişkisi gibi unsurlar göz önünde bulunduruluyor.
Daha önce seçilen tüm eserlerde olduğu gibi, yine altı ay boyunca sergilenecek eseriyle insan ve doğa çelişkisine tekrar odaklanan Alper Aydın, Milliyet Sanat’ın sorularını yanıtladı.
Alper Aydın
Geçen günlerde Yanköşe projeniz ile ilgili Salt Galata’da düzenlenmiş basın toplantısına katıldınız. Toplantıda projeniz “Jeo-Atlas”ın bir bakıma 2017’deki eseriniz “D8M”ye (4) göndermede bulunduğunu dile getirdiniz. Bu eserinizdeki ağaç parçalarını, üçüncü İstanbul Havalimanı şantiyesi bölgesinden aldığınızı vurguladınız.
Aslına bakılırsa, çalışmalarınız için ‘kendilerini son derece iyi gizleyen, politik işler’ dahi diyebiliriz. Buna bir tür ‘kamuflaj’ olarak da bakılabilir. Güncel sanatın böylesi bir imkânı var. Zira adaletsizlik, ekoloji ve insan psikolojisi olsun günümüzde bizleri ve doğayı dönüştüren bir çok küresel problemden mustaribiz. Bu yönüyle bir sanatçı değil ama aktivist gibi çalışıyorsunuz diyebilir miyiz?
Kesinlikle diyebiliriz.
Eserinize temel olan ‘oyuncaklar’dan hareket ederek sorarsak sanat sizin için ne kadar ciddi bir oyun olarak görülebilir? Zira bir oyunun bile kuralları vardır; yeri gelir, oyundan atılırsınız. Kazanırsınız… Bu oyunu kim kuruyor? Veya oyundan nasıl çıkılıyor?
Dostlarımla, geçmişten bu yana, sanatın bir oyun olduğu hep konuştuğumuz, düşündüğümüz bir şeydi. Sanat her zaman bir oyundu. Ama günün sonunda bu görsel imgeyi yaratan kişiler olarak şöyle bir şeye geldik: Nasıl ki bir yazar ya da klasik bir karakter, yaşadığı ülkede veya dünyada var olan problemleri, düzeltmek istediği şeyleri, karşı duruşlarını ya da vermek istediği olumlu durumları yazarak ya da müzikle ifade ediyorsa ben de aslında kendimi görsel imgeler yaratarak ifade etmeye çalışıyorum.
Bildiğim bir gerçek var: Bunu ‘-mış’ gibi değil de, gerçekten, nesnenin kendisini kullanarak, ilk elden anlatabilmem oldu. Bunu, çok uzun zamandır ve mümkün olabildiğince yapmaya çalışıyorum.
Burada bir tür, ‘nesneyi özneleştirme’, onunla empati kurma kaygısı mı var?
Evet. Bu yüzden direkt bir aktarım olduğunu ifade edebilirim. Nesnenin görseli ya da temsili kullanmak yerini direkt kendisini kullanarak anlatmak istediğimi, yaratmak istediğim dili tüm açıklığı ile ortaya koymaya çalışıyorum. Bunu da bazen nesneyi bazen de bir yeryüzü parçasını düşünerek yapmaya çalışıyorum, o nesneye benden önce kaç kişi dokundu, bu sebeple onun üzerindeki izler nelerdir ya da o kara parçasından kimler gelip geçti ve ne tür izler bıraktılar... Çalışmalarımı gerçekleştirirken bu kalıntıların peşindeyim ve çalışmalarımı bu bilgilerden yola çıkarak oluşturuyorum.
İşlerinize geri dönünce, bir tür ‘ikoncu yapısalcılık’ / ‘icon-structuvism dikkat çekiyor. Mülkün ne olduğunu kaligrafik bağlamda mimari bir yaklaşımla tartıştığınız “EV” isimli, demirden ve kırmızı, Ordu’daki mekâna özgü yerleştirmenizi burada anabiliyoruz. Hem heykel olan ama bunu da değilleyen bir çalışma. Zira ‘anonim’leşme sizin için önemli bir problem olarak izleyene hep sunuluyor. Eserlerinizin ne zaman kendinize ait olduğu veya olmadığına karar veriyorsunuz?
Bu da çok yerinde bir soru: Geçmişte, yedi yıl önce bir akademisyendim. Aldığım eğitimden ötürü her şeyin bilimsel, akademik olması gerektiğini öğrendim ve derslerimde bunu öğretmeye çalıştım. Ama tüm bu sürecin sonunda aslında şunu fark ettim: Bu böyle olmamalı. Bunun sezgiler ve duyumsama ile gerçek kılınması gerekiyor. Zaten o eğitimi aldığım ve verdiğim süreçte hem insan olarak hem de sanatsal olarak hep yerimi, kendimi nerede ifade edebileceğimi aramaya çalıştım. Söz ettiğiniz “Ev” işi de gerçekten, doğup büyüdüğüm yerden, o coğrafyadan çok uzak bir noktada, Paris’te iken gözümde canlanan bir işti.
Ama tüm bu yolculuğun sonunda Hindistan’a, ABD’ye gittim; Avrupa’da, Almanya’da uzun süre zaman geçirdim. Pandemi ile birlikte doğup büyüdüğüm yere geri döndüğümde döndüğüm yerin sadece doğduğum yer olmadığını, saf doğanın kendisi olduğunu gördüm. Evimin, doğanın saf olduğu o yer olduğunu fark ettim. Özellikle o çalışmayı da doğanın kendi enerjisini bize yansıtabileceği yere inşa etmek istedim.
Günümüzde artık ‘şurası’ veya ‘burası’ değil doğaya gerçek anlamda yakın olduğum yerin ‘Ev’im olduğu yer olduğunu düşünüyorum. Yine, o saf doğayı, doğup büyüdüğüm yerde buluyorum.
Mülkiyet meselesine her zaman negatif bir açıdan baktım. Yaşadığımız şehirlerde ciddi bir ‘maruz kalma’ durumu söz konusu. Bugün mülkiyete sahip kişiler bizi neye maruz bırakırsa biz de ona maruz kalıyoruz. Ben de buna bir karşı duruş olarak özellikle büyük çalışmalarla insanları ‘sanata maruz bırakmaya’ çalışıyorum. Mülkiyet meselesine karşı böyle bir protest tavrım var. Maruz bırakmayı çoğunlukla mimarların, şehir tasarımcılarının, müteahhitlerin yaptığını görsek de bir sanatçı olarak bunu gerçek kılmak mümkün olabilir mi? Biraz da bunun peşindeyim.
Bir diğer konu: Aslında eserlerimin hiç bir zaman tam olarak kendime ait olduğunu düşünmedim, yaşadığım zamanın ve sahip olduğum bilincin bende oluşturdukları karşısında duyumsadığım şeylerin sonucuydu yaptıklarım. Olması gerekeni, ama kendi görebildiğimi ortaya çıkardım ve hediye olarak doğaya ve zaman bıraktım, onlar benden bağımsız şekilde ya yaşamaya devam ettiler ya da yok olup gittiler...
Alper Aydın, “Ev”, 2023
Yine “FA MO” isimli, 2023 tarihli işinize (5) baktığımız zaman bir ‘melezlik’ derdi öne çıkıyor. Sanırım bu işle aslında köksüzlüğü, evrim unsurunu da sorguluyorsunuz.
Çok doğru, üniversite yıllarıma kadar büyüdüğüm yerde, Kürt, Rum, Ermeni gibi unsurlar hiç bir zaman (bir mesele gibi) konuşulmamıştı. Benim için bunlar bir problem değildi. Üniversite okurken hayata çok daha hümanist bir bakış açısından bakıyordum. Ama hiç bir zaman bu durum sanatımın merkezinde filan da olmadı. Ancak yurt dışındaki misafir sanatçı programlarına gittiğimde, ‘Türküm’ dediğimde de, bir Yunan’ın ya da Alman’ın tavırlarından yola çıkarak bir noktada ırkçılığa maruz kaldığımı fark ettim. En azından Türkiye’den bir sanatçı olarak da, nasıl bir bakış açısıyla ele alındığımızın farkına vardım. Bu süreç benim için ilk başta yaşadığımız toplumdaki ırklara karşı bakış açısını sonrada dünyada bir insan olarak yaşadığım ülkeden, cinsel kimliğimden, yaşımdan dolayı bana olan bakış açılarını düşünmem üzerinden ortaya çıktı.
“FA MO” isimli işimde ele aldığım ‘Bütün ırkları, hatta insanoğlunu ‘yok edip’, onun tarafından yok edilen doğanın yerine hatta insanın yerine başka bir varlık koyulacak olsa, bu nasıl bir varlık olurdu?’ düşüncesiydi. İnsan bedenini ayakta tutan iskeletleri parçalara ayırıp hayvan iskeletine dönüştürülmesi ile dönüştüğü şey, kendinden önce yaşamış ya da gelecekte insan bedeninin değişimi yoluyla ortaya çıkması muhtemel bir hibrit hayvan formudur. Yapıt geçiciliğin, oluşumun ve dönüşümün bir tasviri olarak kimlik kazanır. Doğaya daha yakın olabilmek için tersine bir evrimin mümkün olup olmayacağını sorgular. Sonuçta dünyanın kuralları var. Doğadaki bütün varlıklar bu kurallara uyuyor. İnsanoğlu ise bu kurallara uymuyor. Kendi kuralları var...
Alper Aydın, “FA MO”, 2023
Ancak kurnazlık, yalan, kamuflaj, hile gibi unsurlar yaşayabilmek adına doğada da kimi canlıların davranışlarıyla önümüze çıkmıyor mu?
Katılıyorum ancak orada coğrafyalar, bölgeler, klanlar var ve kendi bedensel imkânları doğrultusunda kurnazlığını yapıp kamufle olabiliyor ancak insanoğlunun elinde makinalar var; büyük bir dozerle bir kaç günde milyon yıllık bir dağı yok edebilirsiniz. Bu yüzden insanoğlunun coğrafyaya etkisi çok daha baskın. Bunu nasıl dengeleyebilirim diye düşündüğümde, ‘Geçmişte çok fazla kolektifin de parçası olmamdan ötürü, acaba bu bilinci tek bir bedene indirebilir miyiz?’ sorusu öne çıktı. ‘İnsan bedenini reel anlamda parçalayıp, tek bir bedene dönüştürürsek ve bunu ileriye yönelik ama aynı anda geriye dönüş ile bir hayvan bedenine dönüştürsek nasıl olurdu?’ diye araştırıp düşündüğüm bir çalışmadır “FA MO”. ‘Fata Morgana’nın da bir kısaltmasıydı. Bugünkü yaşantımızın da bir illüzyon olduğunu ifade eden bir iş.
İşlerinize bakınca, sanat tarihi ile de çok ciddi bir irtibatta olduğunuz görülüyor. Arazi sanatı, gerçeküstücülük, optik sanat, performans, video sanatı, fotoğrafçılık, belgeselcilik ve dahi mimarlık gibi birçok unsura temasla çalışıyorsunuz. Bu bana halen Borusan Contemporary’de eserleri sergilenen Doug Aitken’i de hatırlatıyor. Bunu soruya dönüştürelim: Richard Serra, Anish Kapoor, Antony Gormley gibi isimlerin yanı sıra İlhan Koman, Kuzgun Acar, Erol Akyavaş akla geliyor ki doğayı bir kâğıt olarak kullanıyorsunuz. Bu Google Earth göndermeli işlerinizle de (6) anlaşılıyor. Hep bir arz ve talep ilişkisi var. Bu ilişkiyi nasıl kurdunuz?
Liseden bu yana ciddi bir sanat tarihi okuması yapmışlığım var. Bu kaynakların belki de ‘en birincisi’ E.M.Gombrich’in “Sanatın Öyküsü” diğeri Jonathan Fineberg’ün “1940’dan Günümüze Güncel Sanat” kitabıdır. Tabii sonrasında sürekli açıp baktığım, beslendiğim kaynaklar bunlardı.
Elbette akımları da spesifik olarak okumuşluğum da olmuştur ancak özellikle sanatçıların özel hayatları ilgi alanıma girdi. Hangi sanatçıların, hangi yaş dilimlerinde kariyer sıçramaları olduğu, nasıl dönüşüm yaşadıkları vb. beni her zaman etkiledi. Tüm bu sanatçıların - artık günümüzde hayatta olmayanların da - hayatlarına baktığımda, ‘yarım kalan bazı fikirlerinin’ olduğunu gördüm.
Bunların arasında örneğin, hâlen çalışan ve üreten Anish Kapoor’u da anmak isterim. İlginç biçimde Kapoor’un çok sayıda ‘yarım kalan’ işi bulunuyor. Sanırım 2023’e kadar bu düzlemde işler yaptığım söylenebilir onlardan miras aldıklarımı üretim pratiğimde devam ettirmeye çalıştım. Bir zaman sonra okuya, ürete aynı frekansa ulaştığımı fark edince saydığınız birçok sanatçının çalışmalarını üretirken ki ruh hallerini idrak etmeye başladım.
Ben bu insanlarla her ne kadar tanışmamış da olsam, bu insanlar, aslında benim ‘sanatsal mentor’larım oldular. Ama geldiğimiz noktada artık bende şöyle bir şey olmaya başladı: Konuştuğumuz çalışmalarıma bakınca, işlerin her biri yerine özgüdür ve aslında ismim olmasa dahi sadece boyutu ve yapıldığı yerden hareketle bir ‘Alper Aydın işi’ olacak konumdalar gibi görünüyor. Ama ben benden öncekiler gibi ismimi yazmak niyetinde değilim, biraz Alper Aydın’ı ortadan kaldırıp eserlerimin yalnızca var olmasının peşindeyim.
Bu tercihinizde hem bir tevazu ama hem de tarihe, belleğe meydan okuma yok mu? ‘Acaba geri çekilsem, beni ne kadar ben olarak anımsayacaklar’ demiyor musunuz?
Çok doğru. Bundan Yanköşe toplantımızda da söz etmiştim: Metinsiz ve isimsiz bir çalışma ortaya koysak “Jeo-Atlas” ne kadar var olabilir ve kendini bir sanat eseri olarak ifade edebilir?
Bu konuyu hem doğa ve hem de insan ve hiyerarşi ile ilgili bir etik açıdan mesele ettiğinizi düşünebilir miyiz? Hatta ‘yok olarak var olma’ ki burada giderek Sufî, Budist vb. bir üst akla, metafiziğe de gönderme var gibi görünmüyor mu?
Evet. Kesinlikle. Bu durumu tam olarak teozofik bir bakış açısı ile ele alabiliriz. Şuna inanıyorum: Son yıllarda ‘iyi’ bir işi tanımlarken onun metinsiz ve isimsiz sanatçısından bağımsız bir şekilde benimle konuşabilen, bende yarattığı etki ile kalbimden vuran bir iş olduğunu düşünüyorum. Bunu güncel, çağdaş vb. sanat olarak ayırmadan yapıyorum. Tabii burada iyi bir sanat eserini görmek, algılamak için bilinç devreye giriyor. Bu da bir noktada bir gurme olmayı gerektirir.
Bu tavrınızı “The Source of Life” (“Yaşamın Kaynağı”, 2023) adlı (7) işinizde de görüyoruz. Ben bu işi tüm soyutluğuna karşın bir otoportre gibi görüyorum. Aynı zamanda çok da melankolik bir yapıt.
Katılıyorum. Doğup, büyüdüğüm yerdeki bu iş, denizden gelen plastik parçalarının toplanıp, öğütülüp, bir buçuk yıllık çok ciddi bir çalışma ile gerçekleştirildi, ama günün sonunda toplam en fazla 40 gün ‘hayatta kalmış’, 41. günde ise dalgaların alınıp, götürüldüğü bir iş. Bu işi zihnen Hieronymus Bosch hayal etmiştir. Ben de gerçek anlamda inşa ettim. Eserin adı ise Ayn Rand’ın “The Fountain Head” / “Hayatın Kaynağı” kitabından bir alıntıdır. Buna ‘hayatımın kitabı’ diyebilirim. Eserde, bir mimarın hayatını nasıl inşa ettiğini, 1930-40’larda tüm mimarlık dünyasına karşı duruşunu ifade edip, çağdaş mimarlığı ortaya çıkaran bir karakterin hayatını nasıl ortaya koyduğunu görmekteyiz. Bende tüm bu bilgiler ışığında beni etkileyen iki ayrı bilgiyi doğaya en yakın olduğum yerde buluşturarak, üçüncü bir katman olarak çeşmenin gerçek hayattaki yerini buldum. Orası insanların ister cennet kılabilecekleri isterlerse de cehennemi yaratabilecekleri bir yer. Bütün bu gerilimleri içinde barındıran, bazen aşırı sakin ve romantik bir yer bazen de fırtınaların koptuğu bir alan ve bunların orasında o çeşme vardı, bir noktada bütün eylemlerin sonucu olarak ortada duruyordu.
Alper Aydın, “Yaşamın Kaynağı”, 2023
Yine, 2015 tarihli arazi sanatı çalışmanız “Organik Hatalar”ı (8) ele almak istiyorum. Bu iş nasıl ortaya çıktı?
Eserin yer aldığı sahil diliminde çocukluğumdan beri yürürüm. Yürürken oraya her seferinde başka bir bakış açısıyla bakmaya çalışıyordum. Farklı okumalar yapmaya çalıştıkça bir süre sonra güzel sanatlar eğitimi almış bir Alper Aydın olarak değil de jeolojik ve arkeolojik bakış açısıyla araziyi okumaya başladım. Ama asla bir bilim adamı olmaya da çalışmadım. Bu yürüyüşlerde kayaların volkanik olarak oluştuklarını fark ettim ve bu sıra dışı ekspresif formlar beni insanın yarattıkları ile doğanın yarattıklarını karşılaştırmaya itti; bu durumu iki şey arasında cetveller ve kayalar ile bir enstalasyonla gerçek kılmaya karar verdim. İş bittiğinde hangisinin kusursuzluğun ifadesi olduğuna dair bir soru işareti oluştu.
Alper Aydın, “Organik Hatalar”, 2015
Zaten bu bir sınıra da işaret ediyor ki bazı sanatçılara baktığımızda kendi şifreleri ve katalogları içinde sınırlı kaldıklarını üzülerek görebiliyoruz. Bunu aşırı görmenin de yarattığı bir kişisel körlük olarak da almak mümkün olabilir mi? Ustalaşmak bir körlük mü?
Katılıyorum. Böyle bir durumda şu şekilde bir problem ile karşı karşıya kalıyoruz: Gerçekten sadece (yarattığınız) o dünya içine tam anlamıyla girmek isteyeni sokmaya başlıyorsunuz. Âdeta o dünyaya sanatçıdan verilen ‘vize’yi almaksızın giremiyorsunuz! Bu benim için ‘okey’ değil! Yani sezgiler ve duyumsama ile vizeye gerek kalmadan bir sanatçının eserini, bağımsızca görüp okuyabilmek.
Bu koşullarda siz de bir koleksiyoner misiniz? Atölyenizde, birikmiş bu ‘oyuncaklarla’ oynuyor musunuz?
Bu aslında iki şekilde gerçekleşiyor: Bulduğum malzemeler oluyor ve o malzemeleri atölyeye bırakıyorum. Onlar belki dört, beş yıl gözümün önünde durduktan sonra ‘match’ oluyor, birbirleriyle eşleşip aralarında konuşmaya başlıyorlar.
Kimi zaman da bazı mekânları görüyorum ya da fotoğraflarını çekip arşivliyorum, zihnime atıyorum. Onlar üzerinden yeni bir fikir aklıma gelebiliyor ve ‘bu işin yeri, ancak burası olabilir,’ diyorum: Fikir bana işin yerini söylüyor.
Eserlerinizi modern ya da post-modern kentsel alanlara, parklara ve hatta çağdaş sanat merkezlerine, müzelere vb. ‘enjekte’ ettiğinizde bu durum size çok mu kozmetik geliyor? Bu tür yerlere bu ‘yabanıl’ unsurları kafessiz koyduğunuzda, ‘İstediğim bu muydu?’ dediğiniz anlar oluyor mu? Zaten “Fata Morgana” da buna dair bir tavır değil mi?
Aslında “Fata Morgana”ya kadar bu şekilde hiç bir rahatsızlığım olmadı. Çünkü kamusal alanda kalıcı mânâda işim olmadı, bu işlerim de hep geçiciydi. Ama “Fata Morgana” sonrası iki özel mekâna iki tane ciddi, kalıcı iş gerçekleştirdim.
Orada, çok geleneksel mânâda önem verdiğim iki ayrı konu mevcuttur ve insanın varoluşu adına bu iki konunun çok kıymetli olduğuna inanıyorum: Bunların biri eser çevresindeki boşluk diğeri ise ışık. Bunlara çok dikkat ederek işin yerleşeceği yerlerde var olmalarını amaçladım.
Özellikle şehirden uzakta, kendimin de var olabilmesi için iç sesimi duyabileceğim bir biçimde yaşamaya çalışıyorum. Bu iki öğe varsa o steril mekânlarda çalışmalarım kendilerini doğadaki gibi ifade edebiliyor, seslerini duyurabiliyorlar.
İşlerinize sosyal medyada verilen tepkiler ve orada eserlerinize dönük farklı bakış açıları sizi etkiler mi?
Evet, buna önem veriyorum. Benim gördüğümden farkı bakış açıları ile çekilmiş çok fazla fotoğrafla karşılaştım. Bazı işler, hayatım boyunca şöyle de çalışmıştır: İş bana kendi anlatmaya çalışır, ben onu duyumsarım ama bunun ne olduğunu da bilemem. Ama işi yapıp koyunca, onun kendi kendine varoluşunu sağlıyor oluyorsunuz. İş, nesnel olarak bitmiş olsa bile, fikir olarak bende var olmaya devam ediyor. Bunun da üzerine başkalarının da bakış açısını gördüğüm zaman, aslında başkalarının var olma biçimlerinin de nasıl gerçek olduklarını görmüş oldum ve oluyorum. O fotoğraflar veya betimlemeler, şahitlikler bana bunu iletiyor açıkçası.
Bir bakıma da bir Rönesans sanatçısı gibisiniz. Disiplinlere bir açık büfe gibi değiyor, onlardan faydalanıyorsunuz. Bu açıdan işlerinizde bir saatin yapısı da yer etmişe benziyor ki hem kısa hem de uzun vadeli etkiler, işlerinize siniyor.
Bu çok doğru bir tanımlama oldu. Günümüzden baktığımızda, özellikle modernist dönemde sanatçıların sürekli aynı pratiklerle, aynı konular çevresinde ve telaş içinde üretimde bulunduğunu görebiliyoruz. Ama Rönesans dönemi üretimine baktığımız zaman ise sözgelimi Leonardo da Vinci hakkında yaptığım bir araştırma sırasında ben kendisinin resme bir hobi olarak da yaptığı bilgisine erişmiştim. Bu bilgi ile karşılaştığımda dünyam gerçekten allak bullak oldu. Zira biz kendisini dünyanın en önemli sanatçılarından biri hatta en önemlisi olarak görüyoruz.
O dönemde sanatçının görevlerine baktığımızda yalnızca resim heykel yapmadığını, şehirler, binalar tasarlayıp doğa ve biyoloji ile ilgilendiğini görüyoruz ama bugüne geldiğimizde sanatçının tek bir pratik ile hareket ettiğini görüyoruz. O hâlde hayatın kendisini derin ve estetik bir bakış açısı ile tasarlayıp inşa eden sanatçıya ne oldu? Ben çalışmalarımda o sanatçının kendisi olmaya çalışıyorum.
Rönesans sanatçısının referansıyla aynı enerji, pratik ile sürekli Alper Aydın’ı anlatacak, onun sanatçı olduğunu vurgulayacak işler değil, bilinç olarak yaşama farklı bakış açıları katacak, farklı pratiklerde, farklı problemleri çözebilen ve aynı zamanda yerine özel işler de gerçekleştirebilen biri olmaya çalışıyorum.
Yanköşe’deki diğer 10 yapıt hakkındaki fikriniz nedir?
Aralarında gerçekten çok etkilendiğim işler vardı. Deneysel olarak gördüğüm işler de var. Bilinç olarak sanat eseri mantığı ile yapılan ama bir noktada o sanatsallıktan uzak işler de bulunuyordu.
Son olarak üzerinde çalıştığın projeniz nedir?
Bu zamana dek yaptığım tüm çalışmalarda üretim alanı olarak hiç bir altyapım yoktu. “Fata Morgana”dan sonra ise çok büyük bir depolama problemi yaşadım. Çalışmaların boyutundan kaynaklıydı. Şu anda ise bir resim ve bir heykel atölyesi ile bir depo inşa ediyorum. Üretimlerimin daha iyi koşullarda gerçekleşebilmesi adına koşullarımı iyileştirmeye çalışıyorum.
Çalışmalarınızda insan, neredeyse bir figüran bile değil. Niye peki?
Çünkü insanı çalışmalarımda sadece ölçek olarak kullanıyorum. Neden? Çünkü günün sonunda yaptığım her iş birer ‘maket’. Maketler geçici şeylerdir, taslaklardır değil mi? Benim çalışmalarım da aslında yüzde 80 seviyesinde geçici işlerdir diyebiliriz. Tıpkı Salvador Dali’nin “The Elephants” resminde çölde yarattığı o sahnede, uzun ayaklı fillerin boyutunu ifade edebilmek, sırf hayvanların ebadını tayin etsin diye zemine koyduğu insan figürleri gibi... Benim için de insan o aslına bakarsanız. Çünkü işlerimin çoğu geçici, bu iş gerçek oldu ve bu işin boyutu neydi diye size bir maketin figürü gibi gösterilir insan.
Bir sanatçı olarak aynı iş üzerinde çalıştığınız ‘düet’ veya ‘üçlü’ ya da ‘kuartet’ olarak bir müzisyen gibi ürettiğiniz meslektaşlarınız oldu mu?
Bu zamana kadar olmadı. Ama olacak. 2026 sonunda Meksika’da benim gibi çalışan, Ale dela Puente isimli sanatçı ile Bilim ve Sanat Müzesi’nde bir sergi açacağız. SAHA Derneği’ne davet edilen Alesha Mercado isimli küratörle 2019’dan tanışıyorduk. Ve bu süreçte gerçekleşen diyaloglarımız ile “Fata Morgana”yı yaptığımı ve işin boyutlarını görünce bana ‘Alper, burada çok büyük ve iyi bir müze var. Ben senin buradaki sergiyi kurtarabileceğini düşünüyorum. Seni buradaki bir başka sanatçı arkadaşımla da birleştirmek istiyorum,’ dedi. İkimizin de aynı frekansta çalıştığına inandığından ‘Ortaya nasıl işler çıkacak, çok merak ediyorum,’ dedi. Ve ‘yeryüzü ile gökyüzü arasındakileri anlatan bir sergi’ için hazırlıklara böylece başladık.
Çalışmalarınıza sinen ‘kıymet’ size ne ifade ediyor? Sizin için A, B, C koleksiyonundaki işleriniz mi, yoksa bir ziyaretçinin çaldığı bir eser mi, ya da medyada veya sosyal medyada fenomen haline gelen bir iş mi daha kıymetli olabilir?
Çalışmalarımın müze koleksiyonu veya başka türlü koleksiyonlarda yer alması onlara benim gözümde değer atfetmiyor açıkçası. Hatta benim gözümden ‘insanlarla buluşmaları gerekiyor, müzelere alınmaları gerekiyor,’ dediğim işlerim bence şu anda hiç bir yerde değil. Meselâ onlardan biri (10) 2022 tarihli “Yeryüzü Şarkısı”dır. Aslında çok kıymetli bir iş. Bunu Almanya ve Hindistan’da gösterdim. Ama Türkiye’de meselâ buna ne ilgi oldu, ne de sergilendi. Dolayısıyla asıl paylaşmak istediğim işlerin ne gösterildiğini, ne de koleksiyonlarda olduklarını ifade edebilirim. İşlerimi ayırmıyorum. Şunu fark ediyorum: Türkiye’de koleksiyon veya kurumlar ebat veya maddiyat açısından alabilecekleri işleri alıyor. Benim işlerim de biraz boyutlu işler. Her mekâna giremediklerinden de bir koleksiyonun parçası olmaları kolay olmayabiliyor.
Alper Aydın, “Yeryüzü Şarkısı”, 2022
Sizin bu noktaya gelişinizde olası bir usta çırak ilişkisi varsa ustanız kimdi veya kimdir?
Benim ustam mimar Peter Zumthor diyebiliriz. Kendisi hâlâ hayattadır ve İsviçrelidir. Tabii ben onun mimarlığını mimarlık olarak görmüyorum. Her bir projesinde bir sanat eseri inşa ettiğini düşünüyorum. Sanırım şu an 80’lerinin başındadır. Yine meselâ Ömer Selçuk Baz da (örneğin son dönemdeki yeni Truva Müzesi ile) beni bu anlamda beni çok etkiler.
Kendimi karşılaştırdığım kişilerin sanatçılar değil, mimarlar olduğunu görüyorum. Çünkü o alanda daha duyumsanan, hissedilebilen üretimlerin ortaya koyulduğunu görüyorum. Mimarlıkları ile onlara kendimi daha yakın hissediyorum benim vermek istediğim enerji adına...
Bu anlattıklarınız ile âdeta kendi atölye kitabınızın da şimdiden yolda olduğu söylenebilir; rastlantıya bu kadar açık olmakla beraber son derece de disiplinli olduğunuz kanısındayım. Metinleriniz var mıdır?
Başından beri yalnız çalışıyorum. Metinlerimi de artık yüzde 90 oranında kendim yazıyorum. Kendimi ifade edebilmeyi başından bu yana okudukça ve yazdıkça, öğrendim. Şu anda başka önceliklerim bulunuyor. Üretim koşullarımı daha iyi bir noktaya getirmek istiyorum.
Web sitemde 30 dolayında projem var ama taşıdığım not defterimde yaklaşık 200 civarında proje bulunuyor. Bazı projelerin gerçekleşebilmesi için ciddi fedakârlık ve disiplin gerekiyor. Bunların zaman, doğa ve atmosferle ilgili boyutları da bulunuyor. Benim o noktada biraz da yaşlanmadan hızlı olmam gerekiyor. Bunu karnındaki bebeği dışarı çıkaramamak gibi de düşünebiliriz. O şişkinlik sizi artık verdiği sancıyla rahatsız edebiliyor. Bu yüzden yazmak değil, üretmek istiyorum.
Türkiye’de Mardin, Çanakkale, Van, Adıyaman, Edirne ve Sinop gibi bir çok yere bienal götürülüyor. Bu süreç size neyi ifade ediyor?
Kendim merkezde yaşamayan bir insanım. Merkezin kendine ait doneleri, klanları var. Bu durumları ‘dışarıda olan’ insanlar pek göremiyor, algılayamıyor. Bu ‘dışarıda’ gerçekleşince de geçici küçük ‘merkezler’ yaratılıyor.
Bu geçicilik benim çok hoşuma gidiyor. Dünyanın neresinde olursa olsun bir sanatçının kendini bir ‘white cube’ olmasa dahi ifade edebilme imkânını bulabiliyor olması, tam da o yereldeki özel durum… Buna çok kıymet ve değer veriyor, kalite ve nitelik olarak hiç ayırmıyorum. Bu ne kadar yayılıyorsa orada bir ‘buji’ çakıyor, adeta bir ateş yanmaya başlıyor ve bunu da zamanla inşa olacak, gerçekleşecek bir şey olarak düşünüyorum. Bu tür etkinlikleri görünce mutlu oluyorum.
Tıpkı Antonio Gaudi gibi hem heykel hem de aygıt olabilecek birtakım projeleri yerel veya genel otoriteden bekliyor musunuz? Meselâ Ordu Belediyesi gelip sizden bir fener tasarlamanızı istese?
Kesinlikle yapmaktan çok mutlu olurum. Oturup ona kafa patlatmaktan zevk duyarım. Benim köprülerle de ilgili bir projem bulunuyor. Bulunduğum yerde su geçişleri çok sorunlu ve insanlar bu bölgelerde çok ciddi problemler yaşıyorlar. Köprü ve fenerler benim için iki ayrı spesifik mimari mesele.
Bilgi ve referanslar:
1. alperaydin.art
2. Yanköşe.org
3. brudertoyshop.com
4. https://alperaydin.art/d8m
5. https://alperaydin.art/fa-mo
6. https://alperaydin.art/breaking-point
7. https://alperaydin.art/the-source-of-life
8. https://alperaydin.art/organic-defects
9. https://alperaydin.art/corpus-membratim
10. https://alperaydin.art/the-song-of-the-earth
