Milliyet Sanat
Milliyet Sanat » Haberler » Diğer » Yepyeni ama çok klişe: "La Bohème"

Yepyeni ama çok klişe: "La Bohème"

Yepyeni ama çok klişe: "La Bohème"17 Aralık 2025 - 03:12
İstanbul Devlet Opera ve Balesi'nin, yepyeni bir prodüksiyon ile sahnelediği Giacomo Puccini’nin ölümsüz eseri "La Bohème" sezon boyunca sanatseverlerle buluşacak.
Zeynep Aksoy
zeynepaksoy911@gmail.com
 
İstanbul Devlet Opera ve Balesi dünya opera repertuvarının ve opera dünyasının star bestecilerinden Giacomo Puccini’nin en popüler eserlerinden “La Bohéme”i kasım ayında yeni bir prodüksiyonla seyirciyle buluşturdu. Benim de opera repertuvarı içinde favorilerimden olan oyun hakkında kaç yazı yazdığımı, kaç prodüksiyon izlediğimi hatırlamıyorum ama her yeni prodüksiyonla aynı 'eski sevgiliyle yeniden karşılaşma' heyecanını yaşıyorum. 
 
Prömiyerini 1896’da İtalya Torino’da yapan "La  Bohème", Puccini’nin kariyerindeki verimli ama aynı zamanda riskli dönemlerden birine denk gelir ve bestecinin kariyerinde bir arayış anında ortaya çıkar. Tam bu noktada, yeni bir 'büyük konu' seçmesi beklenirken o gözünü bilerek küçük bir hikâyeye çevirir. Kahramanları tarihsel figürler değil, genç, parasız, kırılgan insanlardır. Dramatik doruklar yerine gündelik hayatın sessiz kırılmalarıyla ilgilenir. 
 
 
Besteci, Henri Murger’in 1830’lar Paris’inde geçen "Scènes de la vie de bohème" adlı metnini opera sahnesine uyarlamaya karar verdiğinde, konu özgün olmaktan çok uzaktı. Aynı metin neredeyse eşzamanlı olarak Ruggero Leoncavallo tarafından da bestelenmekteydi. Puccini’nin bu projedeki ısrarı büyük bir dramatik iddia değil tam tersine gündelik ve 'önemsiz' görünen hayat kesitlerine duyduğu ilgiden gelir. 
 
Puccini’nin en kalıcı operalarından 
Luigi Illica ve Giuseppe Giacosa’nın librettosuyla şekillenen eser, uzun ve sancılı bir çalışma sürecinin ardından Torino’da sahnelendiğinde ilk anda çok benimsenmedi, ancak zaman içinde müziğin sahneyle kurduğu doğal ve neredeyse fark edilmeden ilerleyen ilişki "La Bohème"i Puccini’nin en kalıcı operalarından biri hâline getirdi. Bugün eserin bu denli tanıdık ve 'kolay' algılanması tam da yazıldığı dönemde aldığı bu temkinli karşılığın ironik bir sonucu. Besteci eserde gündelik hayatın içinden çıkan duyguları, akıcı melodiler ve sahnedeki aksiyonla sıkı sıkıya bağlı bir orkestrasyonla işler. 
"La Bohème", 19. YY Paris’inde, yoksulluk içinde yaşayan bir grup genç sanatçının gündelik hayatını merkezine alır. Şair Rodolfo ile terzi Mimì arasındaki kırılgan aşk hikâyesi ressam Marcello, müzisyen Schaunard ve filozof Colline’ın paylaşılan dostluğu içinde şekillenir. Marcello’nun Musetta ile yaşadığı tutkulu ve fırtınalı ilişki, Rodolfo ile Mimì’nin daha içe dönük ve sessiz bağına karşıt bir çizgi oluşturur. Mimì’nin tüberküloz hastalığı ilerledikçe bu küçük topluluk için neşeli anlar yerini yavaş yavaş kayıp ve ayrılığa bırakır.
 
 
"La Bohème" repertuvarın hem çok sevilen hem de çok sınanan eserlerinden biridir. Paris’te genç sanatçıların yoksulluk, dostluk ve aşk arasında sıkışan hayatlarını anlatan opera büyük olaylardan çok küçük anların ağırlığıyla ilerler. Konu yalın görünür; şair Rodolfo ile kırılgan Mimì’nin aşkı, arkadaş çevresinin gündelik mücadeleleri ve kaçınılmaz bir vedayla son bulan bir gençlik hikâyesi. Ancak Puccini’nin başarısı, bu basit anlatıyı duygusal aşırılığa kaçmadan, neredeyse sezgisel bir müzikal anlatı hâline getirebilmesindedir. Bugün opera repertuvarında "La Bohème"i ayrıcalıklı kılan da budur. Eser, seyirciyle arasına mesafe koymaz aksine, her yeni sahnelemede yorumcuyu ve izleyeni sınar. 
 
Reji açısından hayalkırıklığı
 
Fazla süslendiğinde kırılganlığını kaybeder, aşırı sadeleştirildiğinde ise duygusal dokusu çözülebilir. Bu nedenle "La Bohème", 'iyi çalınması' kadar 'doğru okunması' da zor bir operadır. Belki de bu yüzden, en sevilen eserlerden biri olmasıyla, her yeni prodüksiyonda hayal kırıklığına en açık operalardan biri olması aynı gerçeğin iki yüzüdür.
 
 
Bu bağlamda İDOB’un yeni prodüksiyonu özellikle reji açısından, tam bir hayal kırıklığı(Sahneye koyan: Yiğit Günsoy). Zeffirelli’nin Metropolitan’da 1980’lerden başlayıp 2010’lara kadar sahnelenen ikonik, klasik prodüksiyonundan feyz alan bir yaklaşımla eseri dönemi içinde ve klasik yorumlamakta bir sakınca yok. Kimse rejiden Claus Guth’un yaptığı gibi eseri alıp kelimenin tam anlamıyla uzaya taşımasını ve içsel psikolojik dinamiklere boyut değiştirtmesini beklemiyor. Gerçi yaratıcılık ve konfor alanının dışına çıkmak her zaman iyidir… Ama en azından duygu ve atmosfer olarak birbirinden çok farklı dört net perdeden oluşan eseri (sanatçıların çatı katı ve Rodolfo’yla Mimì’nin ilk karşılaşması, Latin mahallesi-Café Momus, şehir kapısı önünde kış ve çatı katında ölüm sahnesi) biraz ilginç mizansenler kullanarak, biraz çeşitlendirerek 'yeni' ve 'farklı' hissettirecek bir şeyler yapılabilir, küçük de olsa farklı bir pencere açılabilirdi. Birinci perde çok sıkışmış (Dekor: Gürcan Kubilay), ikinci perde, zaten kakofonik ve kalabalık olan meyhane sahnesi, içinden çıkılamaz bir karmaşalar ağına dönüşmüş, mizansenler, orkestra, karakterler birbirine girmiş ve üstelik çocuk korosu iyi çalıştırılmamış. Üçüncü karlı şehir kapısı sahnesi nispeten hem görsel hem de mizansen açısından duru ve iyi işlenmiş, son perde ilk ikisine nazaran daha iyi izleniyor fakat sorun şu: Yeni hiçbir şey söylenmiyor, en ufak bir yaratıcılık kıvılcımı yok ve her şey son derece tozlu, eski ve demode hissi veriyor. 
 
 
20 Aralık'ta AKM'de sahnelenecek
 
Benim izlediğim kastta Rodolfo’yu canlandıran Burak Dabakoğlu çok başarılıydı, Mimi'ye hayat veren Ayten Telek ses ve teknik olarak hep çok beğendiğim bir solist olmuştur fakat kast yaparken başka şeylere de dikkat edilmesi gerekir: Yaş ayrımcılığı yapmayı hiç istememekle birlikte bu çiftin genç âşıklar olması gerekiyor oysa bu kastta aralarında en az 20 yaş var gibi görünüyor. Onu da yapabilirsin ama o zaman rejiyi böyle bir önerme üzerine yeniden kurmak gerekir. Dekor ve kostüm tasarımıyla ilgili en hoşuma giden şey soluk yeşil rengin hastalık sembolü olarak kullanılması oldu(Kostüm: Gülden Sayıl. Bunun gibi onlarca detay lazım bir prodüksiyonu unutulmaz kılmak için. AKM yeniden açıldıktan sonra Büyük Salon’un ne kadar büyük imkânlara sahip olduğunu gösterme amaçlı yapıldığı izlenimi veren "Carmina Burana", "Gilgamesh" gibi yeni prodüksiyonlarda tekniğin dibine vurulmuşken "Carmen", "La Traviata", "La Bohéme" gibi kemik repertuvar eserlerin rejilerinde bu vizyonsuzluk ve demodelikte inat birbiriyle çok çelişiyor. Bir de bir programlama notu: Kasımda prömiyer yapan eser bu akşam ve 20 Aralık'ta oynadıktan sonra mart ayı dahil üç ay boyunca repertvuarda görünmüyor. Üstelik mart ayında oynayıp oynamadığını anlamak için soruşturduğumda mart ayı programının henüz belli bile olmadığını öğreniyorum. Büyük opera kurumlarında bazen bir eser çıktığı gibi üst üste oynayıp sonra bir ortadan kaybolur ama aynı zamanda o kurumların iki yıllık repertuvarları ve programları da günü gününe bellidir.