Onun esas kızı Amerika: Robert Redford
Amerikan bağımsız sinemasının efendisi, ünlü aktör, yönetmen ve yapımcı Robert Redford, Nil Kural'a konuştu: "Altın çocuk olmaya devam etsem, hikayem Faust'a benzerdi"
NİL KURAL
Robert Redford, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük yıldızlarından biri ama hiçbir kalıba sığdıramayacağınız, hiçbir zaman kurallara uymamış bir aktör. Zirvedeyken, ‘altın çocuk’ imajına sırtını döndü. Hollywood, ‘basın filmi tutmaz’ derken, “Başkanın Bütün Adamları”nın yapımcılığını üstlenip, bir klasik yaratmayı; 'spor filmi tutmaz' dediğinde ise “The Natural”da rol alıp ana akım endüstrinin kurallarını bozmayı hiç ihmal etmedi. Nitekim 1980’lerde Utah’ın dağlarında, vahşi doğanın ortasında kurduğu Sundance’le bağımsız sinemayı teşvik edip, bağımsızların babası oldu. Çekimlerle ilgili hiçbir teknik terim bilmeden kamera arkasına geçip, görüntü yönetmenine çizimlerle direktif verdiği, ilk yönetmenliği “Ordinary People”la En İyi Yönetmen dalında Oscar kazandı.
Sundance Kid, New York’ta CIA’den üç gün boyunca kaçan ‘akbaba’, Muhteşem Gatsby ise unutulmaz performanslarından yalnızca birkaçı. Kadim dostu, ünlü yönetmen Sydney Pollack’ın “Dışarıdan altın çocuk gibi gözükür ama içinde karanlık ve karmaşık bir karakterdir,” dediği Redford, Sundance Channel’ın Digiturk bünyesinde yayınlanmasının tanıtımı dolayısıyla geldiği İstanbul’da bize Pollack’ın bahsettiği karanlık yönünü değil; yalnızca güler yüzlü, olgun ve bilge tarafını gösterdi.
Komedyen ve aktör Mort Sahl size yazdığı bir mektupta şunu der: “Sonunda seni çözdüm. Senin için asıl kız hep Amerika oldu.” Bu tespitine katılıyor musunuz?
Çok haklı. İlgilendiğim ve beni cezbeden asıl konu, hep ülkem oldu. Başka ülkelerle ilgili film çekmiyorum, tek tük prodüksiyonlar dışında ülkem dışında da film çekmiyorum. ABD ile olan ilişkimi ben de aşk olarak tanımlarım. Ama hiç düz değil oldukça fırtınalı bir aşk... Çünkü Amerika’da hem aydınlık hem karanlık görüyorum. Çektiğim filmlerde de, bu dışarıdan görünen aydınlığın altında yatan karanlığı anlatmaya çalışıyorum.
Amerika’nın masumiyetini yitirdiğini söylüyorsunuz. Masumiyet ne zaman yitirildi?
Çok net bir şekilde dört olayla masumiyetin yitirildiğini söyleyebilirim. İlki 1950’lerdeki McCarthy dönemi… İkincisi inanç sistemimizi alt üst eden John F. Kennedy suikasti. Üçüncüsü Richard Nixon dönemi ve Watergate skandalı… Tabii ki 11 Eylül, bunu takip eden George Bush ve yönetiminin kitle imha silahlarıyla ilgili halka söyledikleri yalanlar. Bunları art arda koyduğunuzda, masumiyeti olan ve kendisine çok inanan bir ülkeyi felç ettiklerini görüyoruz.
Robin Wright ve James McAvoy,
The Conspirator"da. Yönettiğiniz son filmlerden biri olan “The Conspirator”, Abraham Lincoln’ın öldürülmesinin ardından yaşanan yargı sürecini konu alıyor ve neredeyse modern ABD’nin adaletsizlik temeli üzerinde kurulduğunu söylüyordu.
ABD adaletsizlik değil, adalet ümidiyle kuruldu. Ama peş peşe adaletsizlikler geldi. Bu hikayeyi anlatmak istedim çünkü kimse bilmiyordu. Herkes Lincoln suikastını bilir ama kimse Mary Surratt’ı bilmez. Hükümet, iç savaşın hortlamasından korktu ve yargı acele bir şekilde davayı sonuçlandırmak istedi. “Yargılayın ve cezasını hemen verin” dediler. Ve bence günahsız bir kadını astılar. Siz bu filmi izlediniz mi?
Evet, Türkiye’de gösterime girdi.
Çok şaşırdım ve sevindim. Çünkü bu filmde başıma korkunç bir şey geldi. Filmi Chicago’dan zengin bir adam finanse etti. Film, ABD’de vizyona girdikten sonra Avrupa’da gösterime sokmak için hiçbir çaba gösterilmedi. Sonuçta anladığım kadarıyla çok az insan izledi. Çünkü dağıtma zahmetine girmediler. Benim için çok önemli ve gurur duyduğum bir film.
“Parkta Çıplak Ayak / Barefoot in the Park” (1969), “The Way We Were”le (1973) büyük çıkışınızı yaptığınız, altın çocuk kabul edildiğiniz dönemde, benzer romantik kahraman rolleri özellikle reddettiniz. Kendinizi akışa bırakıp, gelen teklifleri kabul etseydiniz, sizce ne olurdu?
Çok kısa bir süre, çok çok para kazanırdım. Sonra kendimi tekrarlamaya başlar, gitgide daha az kazanmaya başlar ve dibe vururdum. Gösterecek bir şeyim kalmazdı. Hikayem Faust’unkine benzerdi. Ama dediğiniz gibi çok seçici olmaya gayret ettim. Başıma buyruk bir tiptim ve ne yapmak istediğimle ilgili her zaman kafam netti. Hiçbir zaman en popüleri veya en çok para kazanacağım seçenekleri tercih etmedim. Bence para ve popülerlik benim için doğru kriterler değildi.
O dönemde es geçtiğiniz “Who’s Afraid of Virginia Woolf”, “The Graduate”, “Çakalın Günü / The Day of the Jackal” ve “Rosemary’nin Bebeği / Rosemary’s Baby” gibi filmler şimdi klasik olarak kabul görüyor. Pişmanlık duyduğunuz var mı?
Hiçbir pişmanlığım yok. Hâlâ hepsini reddederken isabetli kararlar verdiğimi düşünüyorum. “The Graduate”i ayırayım. Onu çok beğenmiştim sadece rol için uygun olmadığımı düşünüyordum. Haklı da çıktım, Dustin Hoffman benim olabileceğimden çok daha iyi oldu o rolde.
Dustin Hoffman ile birlikte
rol aldığı "Başkanın Bütün Adamları",
Redford'ın neredeyse kaçırılmasına
yol açacaktı. Hoffman’la birlikte çalıştığınız, Watergate skandalını konu alan “Başkanın Bütün Adamları / All The President’s Men”in ardından size komplo kurulduğu bir şehir efsanesi mi?
Hayır değil, doğru. 1976’da Fransa’da çok geniş ve güçlü bir muhafazakar bir grup varmış. Nixon’ı çok seven bu grup, onun güçlü bir kahraman olduğu görüşündeymiş. Ve Nixon’ın düşmesinden beni sorumlu tutuyorlarmış. Filmin tanıtımı için Fransa’ya gittiğimde, çok geç olmadan fark edip engellediğimiz bir plan yaptıkları ortaya çıktı bu grubun. Kaldığım oteli basıp, beni kaçırmayı planlamışlar. Hâlâ çok şaşırarak hatırladığım bir hikayedir.
ABD’de de size öfkeli insanlar var mıydı bu filmin ardından?
Vardı diye düşünüyorum. Her zaman ilericiler ve muhafazakarlar vardır. Bunlar arasındaki güç dengesi değişir durur. O dönemde, Watergate sonrasında Nixon’a karşı bir hareket oluştu çünkü yozlaşmıştı. Bir ABD başkanı olarak gücünü kötüye kullanmıştı. O yüzden de yargı ve genç insanlar inmesi gerektiğini düşündüler. Şimdi ise tam tersi. Muhafazakarlar daha güçlüler. Bilirsiniz, bu işler sarkaç gibidir.
En çok kazandığınız, popülerliğinizin doruğunda olduğunuz dönemde tüm maddi ve manevi gücünüzü Sundance’e harcadınız.
Evet, çok uzun yıllar boyu uğraştım. Belki de gerektiğinden fazla zaman harcadım. Bu zamanı da kariyerimden çaldım. Ama Sundance’i Utah’da dağlarda kurmak istedim çünkü bu, bağımsız sinema fikrinin saflığını koruyacaktı. Böyle bir işe Los Angeles veya New York’ta girişseydim, öncelikle çok daha pahalı olacaktı orası kesin. İkincisi de, zaten stüdyolar oralardaydı, film endüstrisinin merkezleri bu yerlerdi. Kendi kendime dedim ki, “Uzaklara git, bağımsız ruhu doğada ara, fikrin onurunu koru”… Sundance laboratuarları, bir kez başlayıp başarılı olduğunda, dağlarda kalsın istedim. Sundance Festivali ve sonra da kurulan Sundance Channel, dağlarda başlayan bir şeyi dünyaya açtı.
Yıllardır sağlam bir yerde duran Amerikan bağımsız sinemasına baktığınızda ne hissediyorsunuz; gurur mu?
Kesinlikle gurur duyuyorum. 1980’lerde bu işe başladığımda, bağımsız sinema diye bir şey yoktu; bağımsız sinema diye bir kategori bile yoktu. Bomboş bir alandı. Yeni yetenekler, yeni sanatçılar, yönetmenlerin gelişmesine katkıda bulunduğumuzda, onların ortaya çıkardıkları filmler bu yeni kategoriye dahil oldular. Ve bağımsız film fikrini inşa ettik. Başlarken hiç bilemezsiniz, çok başarısız da olabilirdik. Bunlar Hollywood ana akım bir kaynak olarak küçüldüğü dönemde oldu. Şimdi ticari başarısı kesin olan filmler çekiyorlar, “Yüzüklerin Efendisi” gibi…
"Butch Cassidy and the Sundance
Kid"de (1969) beraber rol almalarından
itibaren dost olan Redford ve Newman,
masa tenisi oynarken. Efsane aktör Paul Newman’la olan dostluğunuz çok ünlü. Birbirinize yaptığınız şakalar da… Birini paylaşır mısınız?
Bazen işi abartırdı açıkçası. En uç noktadaki şakalardan biri şu: Bana yeni bir kayak takımı gelecekti. Bu takım, kayak takımı üreten bir firma tarafından denemem için gönderiliyordu. Bilen bilir, her yeni şeyi denerim. Paul Newman bunu öğrenmiş ve kayak takımlarımın olduğu yerin anahtarını alıp, bu yeni takımın ön kısmının altına kurşun taktırmış. Tabii denerken çakıldım. Bayağı ciddiydi, ölebilirdim bile.
NİL KURAL
Robert Redford, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük yıldızlarından biri ama hiçbir kalıba sığdıramayacağınız, hiçbir zaman kurallara uymamış bir aktör. Zirvedeyken, ‘altın çocuk’ imajına sırtını döndü. Hollywood, ‘basın filmi tutmaz’ derken, “Başkanın Bütün Adamları”nın yapımcılığını üstlenip, bir klasik yaratmayı; 'spor filmi tutmaz' dediğinde ise “The Natural”da rol alıp ana akım endüstrinin kurallarını bozmayı hiç ihmal etmedi. Nitekim 1980’lerde Utah’ın dağlarında, vahşi doğanın ortasında kurduğu Sundance’le bağımsız sinemayı teşvik edip, bağımsızların babası oldu. Çekimlerle ilgili hiçbir teknik terim bilmeden kamera arkasına geçip, görüntü yönetmenine çizimlerle direktif verdiği, ilk yönetmenliği “Ordinary People”la En İyi Yönetmen dalında Oscar kazandı.
Sundance Kid, New York’ta CIA’den üç gün boyunca kaçan ‘akbaba’, Muhteşem Gatsby ise unutulmaz performanslarından yalnızca birkaçı. Kadim dostu, ünlü yönetmen Sydney Pollack’ın “Dışarıdan altın çocuk gibi gözükür ama içinde karanlık ve karmaşık bir karakterdir,” dediği Redford, Sundance Channel’ın Digiturk bünyesinde yayınlanmasının tanıtımı dolayısıyla geldiği İstanbul’da bize Pollack’ın bahsettiği karanlık yönünü değil; yalnızca güler yüzlü, olgun ve bilge tarafını gösterdi.
Komedyen ve aktör Mort Sahl size yazdığı bir mektupta şunu der: “Sonunda seni çözdüm. Senin için asıl kız hep Amerika oldu.” Bu tespitine katılıyor musunuz?
Çok haklı. İlgilendiğim ve beni cezbeden asıl konu, hep ülkem oldu. Başka ülkelerle ilgili film çekmiyorum, tek tük prodüksiyonlar dışında ülkem dışında da film çekmiyorum. ABD ile olan ilişkimi ben de aşk olarak tanımlarım. Ama hiç düz değil oldukça fırtınalı bir aşk... Çünkü Amerika’da hem aydınlık hem karanlık görüyorum. Çektiğim filmlerde de, bu dışarıdan görünen aydınlığın altında yatan karanlığı anlatmaya çalışıyorum.
Amerika’nın masumiyetini yitirdiğini söylüyorsunuz. Masumiyet ne zaman yitirildi?
Çok net bir şekilde dört olayla masumiyetin yitirildiğini söyleyebilirim. İlki 1950’lerdeki McCarthy dönemi… İkincisi inanç sistemimizi alt üst eden John F. Kennedy suikasti. Üçüncüsü Richard Nixon dönemi ve Watergate skandalı… Tabii ki 11 Eylül, bunu takip eden George Bush ve yönetiminin kitle imha silahlarıyla ilgili halka söyledikleri yalanlar. Bunları art arda koyduğunuzda, masumiyeti olan ve kendisine çok inanan bir ülkeyi felç ettiklerini görüyoruz.

The Conspirator"da.
ABD adaletsizlik değil, adalet ümidiyle kuruldu. Ama peş peşe adaletsizlikler geldi. Bu hikayeyi anlatmak istedim çünkü kimse bilmiyordu. Herkes Lincoln suikastını bilir ama kimse Mary Surratt’ı bilmez. Hükümet, iç savaşın hortlamasından korktu ve yargı acele bir şekilde davayı sonuçlandırmak istedi. “Yargılayın ve cezasını hemen verin” dediler. Ve bence günahsız bir kadını astılar. Siz bu filmi izlediniz mi?
Evet, Türkiye’de gösterime girdi.
Çok şaşırdım ve sevindim. Çünkü bu filmde başıma korkunç bir şey geldi. Filmi Chicago’dan zengin bir adam finanse etti. Film, ABD’de vizyona girdikten sonra Avrupa’da gösterime sokmak için hiçbir çaba gösterilmedi. Sonuçta anladığım kadarıyla çok az insan izledi. Çünkü dağıtma zahmetine girmediler. Benim için çok önemli ve gurur duyduğum bir film.
“Parkta Çıplak Ayak / Barefoot in the Park” (1969), “The Way We Were”le (1973) büyük çıkışınızı yaptığınız, altın çocuk kabul edildiğiniz dönemde, benzer romantik kahraman rolleri özellikle reddettiniz. Kendinizi akışa bırakıp, gelen teklifleri kabul etseydiniz, sizce ne olurdu?
Çok kısa bir süre, çok çok para kazanırdım. Sonra kendimi tekrarlamaya başlar, gitgide daha az kazanmaya başlar ve dibe vururdum. Gösterecek bir şeyim kalmazdı. Hikayem Faust’unkine benzerdi. Ama dediğiniz gibi çok seçici olmaya gayret ettim. Başıma buyruk bir tiptim ve ne yapmak istediğimle ilgili her zaman kafam netti. Hiçbir zaman en popüleri veya en çok para kazanacağım seçenekleri tercih etmedim. Bence para ve popülerlik benim için doğru kriterler değildi.
O dönemde es geçtiğiniz “Who’s Afraid of Virginia Woolf”, “The Graduate”, “Çakalın Günü / The Day of the Jackal” ve “Rosemary’nin Bebeği / Rosemary’s Baby” gibi filmler şimdi klasik olarak kabul görüyor. Pişmanlık duyduğunuz var mı?
Hiçbir pişmanlığım yok. Hâlâ hepsini reddederken isabetli kararlar verdiğimi düşünüyorum. “The Graduate”i ayırayım. Onu çok beğenmiştim sadece rol için uygun olmadığımı düşünüyordum. Haklı da çıktım, Dustin Hoffman benim olabileceğimden çok daha iyi oldu o rolde.

rol aldığı "Başkanın Bütün Adamları",
Redford'ın neredeyse kaçırılmasına
yol açacaktı.
Hayır değil, doğru. 1976’da Fransa’da çok geniş ve güçlü bir muhafazakar bir grup varmış. Nixon’ı çok seven bu grup, onun güçlü bir kahraman olduğu görüşündeymiş. Ve Nixon’ın düşmesinden beni sorumlu tutuyorlarmış. Filmin tanıtımı için Fransa’ya gittiğimde, çok geç olmadan fark edip engellediğimiz bir plan yaptıkları ortaya çıktı bu grubun. Kaldığım oteli basıp, beni kaçırmayı planlamışlar. Hâlâ çok şaşırarak hatırladığım bir hikayedir.
ABD’de de size öfkeli insanlar var mıydı bu filmin ardından?
Vardı diye düşünüyorum. Her zaman ilericiler ve muhafazakarlar vardır. Bunlar arasındaki güç dengesi değişir durur. O dönemde, Watergate sonrasında Nixon’a karşı bir hareket oluştu çünkü yozlaşmıştı. Bir ABD başkanı olarak gücünü kötüye kullanmıştı. O yüzden de yargı ve genç insanlar inmesi gerektiğini düşündüler. Şimdi ise tam tersi. Muhafazakarlar daha güçlüler. Bilirsiniz, bu işler sarkaç gibidir.
En çok kazandığınız, popülerliğinizin doruğunda olduğunuz dönemde tüm maddi ve manevi gücünüzü Sundance’e harcadınız.
Evet, çok uzun yıllar boyu uğraştım. Belki de gerektiğinden fazla zaman harcadım. Bu zamanı da kariyerimden çaldım. Ama Sundance’i Utah’da dağlarda kurmak istedim çünkü bu, bağımsız sinema fikrinin saflığını koruyacaktı. Böyle bir işe Los Angeles veya New York’ta girişseydim, öncelikle çok daha pahalı olacaktı orası kesin. İkincisi de, zaten stüdyolar oralardaydı, film endüstrisinin merkezleri bu yerlerdi. Kendi kendime dedim ki, “Uzaklara git, bağımsız ruhu doğada ara, fikrin onurunu koru”… Sundance laboratuarları, bir kez başlayıp başarılı olduğunda, dağlarda kalsın istedim. Sundance Festivali ve sonra da kurulan Sundance Channel, dağlarda başlayan bir şeyi dünyaya açtı.
Yıllardır sağlam bir yerde duran Amerikan bağımsız sinemasına baktığınızda ne hissediyorsunuz; gurur mu?
Kesinlikle gurur duyuyorum. 1980’lerde bu işe başladığımda, bağımsız sinema diye bir şey yoktu; bağımsız sinema diye bir kategori bile yoktu. Bomboş bir alandı. Yeni yetenekler, yeni sanatçılar, yönetmenlerin gelişmesine katkıda bulunduğumuzda, onların ortaya çıkardıkları filmler bu yeni kategoriye dahil oldular. Ve bağımsız film fikrini inşa ettik. Başlarken hiç bilemezsiniz, çok başarısız da olabilirdik. Bunlar Hollywood ana akım bir kaynak olarak küçüldüğü dönemde oldu. Şimdi ticari başarısı kesin olan filmler çekiyorlar, “Yüzüklerin Efendisi” gibi…

Kid"de (1969) beraber rol almalarından
itibaren dost olan Redford ve Newman,
masa tenisi oynarken.
Bazen işi abartırdı açıkçası. En uç noktadaki şakalardan biri şu: Bana yeni bir kayak takımı gelecekti. Bu takım, kayak takımı üreten bir firma tarafından denemem için gönderiliyordu. Bilen bilir, her yeni şeyi denerim. Paul Newman bunu öğrenmiş ve kayak takımlarımın olduğu yerin anahtarını alıp, bu yeni takımın ön kısmının altına kurşun taktırmış. Tabii denerken çakıldım. Bayağı ciddiydi, ölebilirdim bile.
Etiketler: Başkanın Bütün Adamları Digitürk dustin Hoffman Nil Kural Parkta Çıplak Ayak Paul Newman Robert Redford Sundance The Conspirator The Way We Were
